Taşrada ölüm, şehirde aşk
Adamın ruhunu zehriyle bulandırmış olan şehirli sevgilisi beliriveriyor birden omzunun üzerinde, sonra gözlerinin önünde, kucağında... Her yerde... Kuşatıyor onu. "Öldür onu" dediğini duymuyoruz ama görüyoruz. Ve öldürecek karısını adam, inanıyoruz. Bu sahne 1927 yapımı Sunrise: A Song of Two Humans (Gündoğumu) filminden.
Film; "Adamın ve karısının bu şarkısı hiçbir mekâna ait değil ve her mekâna ait; bu şarkıyı her yerde her an duyabilirsiniz. Zira güneşin doğup battığı her yerde, ister şehir kıyametinde ister köyün açık semalarında, hayat aslında hep aynıdır; bazen acı, bazen tatlıdır" diyerek başlıyor. Zaten gücünü tam da buradan alıyor: Her zaman her yerde karşılaşabileceğimiz sadelikte bir hikâyeden. Bir zamanlar karısına âşık bir köylü adam, şehirden gelen bir kadının cazibesine kapılır ve rutine girmiş evliliğinden uzaklaşmak, aşkı kalbinde yeniden yeşertmek için sevgilisiyle şehirde yeni bir hayat kurmak ister. İş bu ki, iradesini ortaya koyduğunda yani 'istiyorum' dediğinde, dramatik yapı gereği engeller çıkacaktır. Filmin nihayetinde ise karakterimiz kendisini hiç ummadığı bir farkındalık düzleminde bulacaktır; 'istiyorum' dediği şeyin uzağında kaçmak istediğinin çok yakınında.
Hikâyenizi en sade şekilde karakterlerinizi ise mümkün olduğunca girift kurmayı başarabilirseniz, sinemanın sonsuz olmayan fakat epey zengince imkânlarıyla da gönlünüzce oynayabilirsiniz. İşte Murnau'nun da yaptığı tam bu oluyor Gündoğumu'nda. Sonucunda ise sade iskeletiyle Gündoğumu'nun hikâyesi birçok katmanı rahatlıkla giyebilecek güçte çıkıyor karşımıza.
'Adam', 'karısı' ve 'adamın şehirli sevgilisi' arasında geçen olaylar aslında bir karabulut gibi taşra hayatının üzerine toplanan, onun ışığını kesen, hayatını emen şehrin tetiklediklerinin bir izdüşümü. 'Proto Femme Fatal' kabul edebileceğimiz, 'adamın şehirli sevgilisi' köye 'kötülüğü' getiren karakter. Aylak bir kere… Herkes bir işle meşgul iken o ayakkabılarını dahi, yemeğini güç bela yemekte olan yaşlı bir köylü kadınına parlattıran biri. Aklı fikri eğlencede, gece hayatında, zaten saçları da gece gibi kopkoyu. 'Adamın karısı'nın aksine… Çünkü 'adamın karısı', bebek gibi yüzü, sarı saçlarıyla gündüze ait. Çalışıp çabalamaya, sebat etmeye, emek vermeye. Onu kim sevmez ki? Ne var ki beşer bu şaşar. İnsanoğlu olarak hazza meyyalimiz vallahi derttendir. Burada insanoğlunun temsili olan 'adam' da kendini haz tuzağında buluveriyor. Şehir uzaktan mitolojik hikâyelerdeki sirenlerin çağırdığı gibi çağırıyor onu ve bir kurban istiyor: Ailesini.
'Adam' ile 'karısı' şehri terk ederken artık bambaşka bir hikâyenin yolcusu olarak arz-ı endam ediyorlar gözlerimizin önünde. İşte tam o noktada ikinci makası atıyor Murnau. Bu ikinci makasın nihayetinde ise yeniden doğuş tamamlanıyor ve taşranın üzerine gün doğuyor.
Elbette ki Gündoğumu insan-şehir ilişkisinden kadın-erkek ilişkilerine kadar tamamen muhafazakâr kodlarla bezenmiş bir film. Filmin öldürmeye teşebbüs edeni erkek ama o aslında iyi biri; öldürmeye teşvik edeni haz peşinde koşan kadın ve o çok kötü biri; ölümden döneni, katilini affedeni, evliliği yoluna koyanı kadın ve evet o da iyi biri ama başkahramanımız değil. 1920'lerde bunu anlamak kolay da 2010'ları devirmeye yaklaştığımız zamanlarda neden hikâyelerinin başrolünü üstlenen kadın karakterler parmakla sayılacak kadar az, merak konusu. Ah evet elbette, naylon hikâyelerin başrolü birçok kadın karakter var ama mesela kendisini aldatan ve öldürmeye teşebbüs eden kocasının bile içindeki iyiliği görebilen onu affedebilecek kadar cesur ve güçlü olan bir kadının, kendi hikâyesinin ana karakteri olmasına hâlâ müsaade yok. Ne de olsa bu kıymet verilecek türden bir kadın hikâyesi değil. Başka türden bir muhafazakârlık örneği göstererek, gündelik hayatta binbir güçlük ve cesaretle yaşayan kadınları edilgenlikle, zayıflıkla, 'koyunluk'la etiketleyip hikâyelerine kulak tıkamayı tercih ediyoruz biz. Bu yüzden mi bir türlü gün doğmuyor şehrimize?