Fatih-Harbiye hattında neler değişti?
İzledikçe hatırlarım elbet dedim ya, izledim izledim diziyi, romandan hiçbir şey hatırlayamadım. Yaşlılıktan herhalde. Bir tek, ne yalan söyleyeyim bacak kadar veletlerin isimlerinin Macit, Fahriye, Şinasi, Neriman olmasına güldüm biraz. Galiba sadece ben değil, senaristler de hatırlayamamışlar romanı, isimlerden başka ortak hiçbir şeyi yok sanki romanla dizinin. Bir Nejla Hoca da bu senaristlere lazım demek ki, dizi yapacağız dedikleri romanların sadece ilk on sayfasını okuyup kahramanların isimlerini alıp gerisini bırakmasınlar diye.
Dizi iki yerde geçiyor; biri zenginlerin muhiti, diğeri ise bir mahalle. Güya bu mahallede fakirler ikamet ediyormuş. Fakirler hep zengin olmak istermiş. Zenginler, görgülü, görmüş geçirmiş olurlarmış da fakirler onlara özenirmiş. Bunlar benim tasvirim değil, dizide böyle diyorlar. Bu mahalleden bir kızcağız, yine mahalleden olan sözlüsünü bırakmış da dayısının zengin kızının nişanlısına sevdalanmış çünkü, nasıl gönlü kaymasınmış, adam koskoca zenginmiş.
Fakir dedikleri mahalleye bakıyorum, bakıyorum, leb-i derya ve yeşil bir mahalle. İki katlı, üç katlı müstakil, bakımlı ahşap evler. Evlerin bahçeleri var kocaman, bahçelerinde incir, dut ağaçları. Efil efil rüzgâr esiyor hep. İstanbul'un ortasında böyle evleri olan bu adamlar mı fakir? Zengin dediklerinin evlerine bakıyorum, kocaman, battal battal yapılar, müze gibi ruhsuz evler, kalıp gibi koltuklar, otursan oturamazsın, dinlensen dinlenemezsin. Evlerin hepsinin önünde de Allah'ın emri gibi bir içi su dolu, koca birer çukur. Hiç mi büyükleri olmaz bu zenginlerin, biri bile kalkıp "Evladım, bu koca çukurları koyuyorsunuz evinizin önüne, İstanbul zaten rutubetli memleket, hem evinizin hem kendinizin kemiklerini çürütüyorsunuz, bu sağlık size yaşlılıkta da lazım!" demez?
Torunlar şaka yollu çarşı ağası diyor bana, her işe karışıyormuşum. Eh, peki, karışmayayım zenginlerin işine, vardır herhalde onların da bir bildikleri. Yalnız, bu kadarını demeden geçemem, insanın iyisinden kötüsünden anlarım az buçuk. Kimse kusura bakmasın, bu dizide oynayanların pek azını gözüm tuttu. Bu nasıl iş anlamadım, bir kere zengini fakiri hepsinin de eli maşalı maşallah. Hepsi bağırıp çağırıyor, hepsi kavga ediyor. Ömrüm boyu görmediğim kavgayı bir bölümde görüyorum. Dizideki tek ayrım kimisinin zengin kimisinin fakir olması, diğer tüm konularda, huyda husta, görgüsüzlükte, edepsizlikte herkes birbirine benziyor. Kafasını civciv gibi sarıya boyamış bir kız var, Neriman'ın teyzesinin kızıymış, sosyetede pek makbulmüş. Hanlarını, katlarını, villalarını, yatlarını bilemem ama benim kızlardan, torunlardan biri bu kıza özenmeye kalksa, aklı başına gelene kadar halı yıkatırdım. Bu kız, benim evlatlarımdan biriyle arkadaş olmak istese, malına mülküne hiç bakmaz, evden içeri koymazdım.
Bizim zamanımızda görgülü olmak demek ahlaklı, edepli, vakur olmak demekti; bazı aileler olurdu, maddi durumları ne kadar kötü olsa da herkes onlarla eş dost ahbap olmak isterdi, bazı aileler de olurdu, ne kadar zengin olsalar bile, yanımızdan geçerlerken keşke etekleri eteklerimize sürtünmese derdik. Biz ne zaman bunca güzelliği bıraktık da, tek isteği maddiyat olan, başkaca da kıstası olmayan insanlara döndük, bilmiyorum.
Sonra biraz düşündüm, dizide hep kızların mahalleden kaçmak istedikleri söyleniyor. Hatta Şinasi'nin arkadaşı Şinasi'ye şöyle diyor: "Ağzınla kuş tutsan Neriman'ın gözünde bir hiçsin. Hem ne kazanıyorsun sen, kazandığını yemeyi bile bilmiyorsun. Oturduğun ev aynı, yediğin aynı, giydiğin aynı, içtiğin aynı. Neriman böyle bir dünya istemiyor. Sen aynı kaldın ama Neriman değişti, Neriman'ın gözü açıldı. Neriman senle Macit'in arasındaki farkı fark etti."
Diziyi izlerken hep içim acıdı çünkü o dizide olanlar, işte bizim gençliğimizdi. Dizideki kızlar gibi, Şinasi'nin ablasıyla kardeşi, Neriman'ın arkadaşı Fahriye gibi, Neriman gibiydik. Anadan korkarsın, atadan korkarsın, haladan, teyzeden, komşudan korkarsın. "El ne der?" derler, nefes bile alamazsın. Aman laf gelmesin, aman söz edilmesin diye nelere katlanırsın. Yine de gençler hep kabahatli olurlar. Kimse de durup sormaz bir an, "Evladım, sen ne istiyorsun, derdin ne?" diye. Herkes ister ki o ne dilerse onu yapsın karşısındaki genç, istemesin, hissetmesin, düşünmesin. Rahmetli anacığımın sözüydü meşhur: "Kızlar acıkmaz, kızlar susamaz, kızlar yorulmaz, kızlar uyumaz." Acıksan, susasan, yorulsan, uyusan kabahat olur. Kurallara uyulduktan sonra yıkılan hayaller, yıkılan hayatlar, sönen giden yaşamlar umurunda değildir kimsenin. Neriman'ın ne istediği nasıl Şinasi'nin umurunda değilse aslında, Şinasi'nin annesi de zorla tecavüzcüsüyle evlendirdiği kızının, Aslı'nın, neler çektiğini bildiği halde "Eller ne der?" endişesinden çekip almıyor kızını yaşadığı cehennem hayatından. Bundan kaçmak isteyende neden kabahat olsun? O yüzden her meselenin çaresini dayak zanneden Şinasi yolunu kesip de kolundan tutup sürüklemeye kalkıştığında "Bana bir daha sesini yükseltme, benim içinde senin öfkenden büyük bir yanardağ var." diye karşılık veren Neriman'ı alnından öpmek istedim. Ta ki o da teyze kızı gibi, Şinasi gibi, Macit gibi, işi inada bağlayıncaya kadar. Neriman da geçen bölümde kalkmış, "Herkes bu aşkın önünde eğilecek" diyordu. Yine güldüm ister istemez, bu gençler sebat etmek ile inat etmeyi birbirine karıştırdıklarından işleri rast gitmez oldu. Sebat, kişinin kendisiyle alakalıdır, inat ise başkası için yapılır. Söz konusu aşksa, insan aşkında sebat eder, inat değil. İnsanları sıkmamak lazım dedik ama fazla da serbest bırakıp her dediklerini de yapmamak, hayatta her şeyi önlerine sunmamak da lazım öte yandan. Bu sefer istedikleri verilen şımarık bebeler gibi alamadıkları en ufak şey karşısında ağlayıp tepinmeye başlıyorlar, vazgeçilebilecek ve vazgeçilemeyecek şeyleri kestiremiyorlar.