Ayşe Kardaş: Bir özgürlük tutsağı: Furuğ Ferruhzad

Bir özgürlük tutsağı: Furuğ Ferruhzad
Giriş Tarihi: 2.12.2015 13:15 Son Güncelleme: 2.12.2015 13:16
Ayşe Kardaş SAYI:19Aralık 2015
Furuğ’un tüm özgürlük mücadelesi ve bu uğurda ödediği onca bedele rağmen gerçek tutsaklığı hep şiire karşı oldu. Şiir yazmak onda nefes almakla eş değerdi. Yazdığı mektuplardan birinde oğlundan vazgeçişini anlatırken bile şiir yazmak için bu gerekiyordu demişti. Şiir tutkusu evlat sevgisinin önüne geçmişti. Ve enteresan bir şekilde bunu açıklıkla kabul ediyordu. Çevresinden yapılan tüm eleştirilere rağmen kendi gerçekliğinin savunuculuğundan hiç vazgeçmiyordu. Farsçada ışık demekti Furuğ. 1935 yılının İran'ında karlı bir ocak günü albay bir baba ile yarı asil bir annenin kızı olarak Tahran'da dünyaya gözlerini açtı. Dönemin erkek egemen toplumunda herkesi karşısına alma pahasına böylesine cesur davranacak bir kadının doğduğunu tahmin edemezdi kimse.

Furuğ'un babası Albay Ferruhzad baskıcı, otoriter ve müdahil kişiliğine rağmen eğitime ve entelektüeliteye önem veren bir adamdı. Evde geniş bir kütüphane vardı ve albay zamanının çoğunu kitaplar arasında geçiriyordu. Şefkatli ancak silik annesinin gösterebildiği kısıtlı sevgiye rağmen Furuğ'un hayatındaki üç önemli aktörün birincisi, otoriter ve baskıcı bir adam olan babası olacaktı.

Çocukluğundan itibaren toplumun kendisi için biçtiği rolleri bir türlü benimseyemedi Furuğ. Esasında benimsemek adına bir çaba gösterdiği de söylenemezdi. Dönemin İran'ı Şah Rıza ve Humeyni arasındaki çekişmelerin yoğun yaşandığı ve hangi dünya görüşünden olursa olsun kadının varlığına yer verilmeyen bir dünya idi. Furuğ'un isyanı önce evdeki erkek kardeşlerine ve kendisinden beklenen rolleri oynamak zorunluluğuna karşı oldu. Daha 14 yaşında gazel yazmaya başladı. Okuyordu, yazıyordu ve daimi olarak sorguluyordu. Zihni sürekli olarak üretmeye, yetinmemeye ve kalıpları yıkmaya odaklıydı.

İlk önce büyüdüğü evden kurtulması gerekiyordu. Uzak akrabalardan birisi olan ve Furuğ'la arasında oldukça yaş farkı bulunan Perviz Şapur'un onunla evlenme isteği, Furuğ'a, kanat açıp uçmak istediği bu ev kalesinden kurtulmanın bir yolu gibi görünür. Yaş farkından dolayı annesi karşı çıksa ve babası da bu evliliğe çok sıcak bakmasa bile, Furuğ'un "Ben âşık oldum evlenmek istiyorum, rıza göstermezseniz kaçarım" şeklindeki ayak diremeleri ailenin de çaresiz bir şekilde bu işe tamam demesiyle sonuçlanır. Furuğ o zaman 16 yaşındadır. 1954 yılında Furuğ ve Perviz evlenirler. Perviz'in işlerinden dolayı bundan sonra yaşayacakları yer Ahvaz olacaktır.

İlk zamanlar evden kurtulmuş olmanın sevinciyle gerçeklik fark edilemese de, bir yılın sonunda dünyaya getirdiği ve yaşamı boyunca çoğu kez hiç göremeyeceği ya da uzaktan izlemek zorunda kalacağı oğlu Kamyar'ın doğumuyla; belki biraz da çocukluktan yetişkinliğe doğru hızla ilerlerken, aile evindekinden çok daha farklı bir mutsuzluğa ve huzursuzluğa sürüklenir. Perviz Şapur, bir insan olarak iyi bir adam olsa ve çevresinde saygın bir kişilik olarak tanınsa da, iki ruhun karşılıklı rüzgârında yaprak kımıldamamaktadır. Furuğ kocasının hayatında bir nesne olmayı asla içine sindiremez. Gitmek ve özgürlük arasındaki bağ üzerinde kurguladığı hayatında bir kez daha yeni bir başlangıca doğru yol alır. Yalnızca üç sene evli kalabilir. Oğlu bir yaşındayken, ruhunu hapis hissettiği bu evlilikten kurtulabilme adına oğlunu ömür boyu görmemeyi göze alarak boşanır. Dönemin İran kanunlarına göre çocuk babaya aittir ve kocası Perviz belki de engelleyemeyeceğini bildiğinden Furuğ'a gitme demezken, oğlunu görme hakkını elinden alarak sinsice intikamını da alacaktır. Ancak Furuğ'un zihinsel ve kültürel gelişimine babasından sonra eşi Perviz de katkıda bulunacaktır. Furuğ'un aklını besleyip özgür tabiatını baskı altına almaya azimli bu iki erkeğin ona dolaylı-dolaysız katkıları büyüktür.

Gözü ve kalbi dış dünyaya açık


Perviz Şapur'dan ayrıldıktan sonra 1955 yılında 44 şiir içeren ilk kitabı Esir yayımlanır. Aynı yıl kısa süreli psikolojik rahatsızlıklar yaşar. Ortamdan uzaklaşabilmek için dokuz aylığına ilk kez yurt dışına çıkar ve Almanya'daki kardeşi Feridun'un yanına gider. Sene 1956'dır. 25 şiirden oluşan ikinci şiir kitabı Duvar da bu yıl yayımlanır. Orada kaldığı süre boyunca Almancaya ve Alman şiirine ilgi duyar. Almanca bilgisi bu şiirleri tam olarak anlamasına ve çevirmesine yetmese de Feridun'un Almanca bilgisi ile kendisinin şiir bilgisini birleştirerek, sevdiği Alman şairlerin şiirlerinden bir güldeste oluşturmak ister. Feridun da bu konuda elinden geleni yapacaktır. Ama Furuğ'un ani bir karar sonrası Tahran'a dönüşüyle bu çalışma yarım kalır. Furuğ, İran'a döndüğünde kardeşi Feridun'a "Tozlu topraklı olsa da benim yerim Tahran sokakları" diye yazmıştır.

Tam manasıyla bir özgürlük tutsağı diye adlandıracağımız Furuğ'un tüm özgürlük mücadelesi ve bu uğurda ödediği onca bedele rağmen gerçek tutsaklığı hep şiire karşı oldu. Şiir yazmak onda nefes almakla eş değerdi. Yazdığı mektuplardan birinde oğlundan vazgeçişini anlatırken bile şiir yazmak için bu gerekiyordu demişti. Şiir tutkusu evlat sevgisinin önüne geçmişti. Ve enteresan bir şekilde bunu açıklıkla kabul ediyordu.

Çevresinden yapılan tüm eleştirilere rağmen kendi gerçekliğine olan farkındalığını hiç kaybetmiyordu.

Her şeye ilgi duyuyor ama insanın ilerlemesinin önünde engel gördüğü tüm ideolojilere de karşı çıkıyordu. Furuğ'un şiire ve sanatçıya bakışında, aşırıya kaçmaksızın kendi değerlerine, geleneğine sahip çıkmak ama bu değerlerin ve geleneklerin değişmesi gerektiği durumlarda da ayak dirememek düşüncesi vardı. Bu nedenle gözü ve kalbi her zaman dış dünyaya açıktı. Ona göre, temel değerler denilebilecek kavramlar uğruna mücadele etmek gerekiyordu, belli noktaların politik arzuları doğrultusunda değil. Hem şiirlerinde hem de sinemayla ilgili çalışmalarında rahatlıkla görülebileceği gibi, insan olmanın getirdiği tüm hak ve özgürlüklerin kullanılmasına karşı çıkanların, insanların farklı yaşama arzularına ket vurmak isteyenlerin her zaman karşısında oldu. Şiir yazan bir özne olarak o döneme kadar görülenin aksine, kadın kimliğini gizlemeyi, onu şiirinin dışında tutmayı reddetti. Benliğinin henüz el değmemiş yerlerine büyük bir cesaretle dokunmayı bildi ve bundan hoşnutluk duydu. Çünkü bu kendisini gerçekleştirmesinin yegâne yoluydu.

Yeterince politik olmamakla itham edilen Furuğ, Yeniden Doğuş kitabıyla beraber bunun aksini ispat etmiştir. 1963 yılında Unesco'nun Furuğ hakkında 30 dakikalık bir film yapmasının ardından, İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci onunla röportaj yapmak üzere Tahran'a gelir, görüşme sırasında Furuğ, o döneme denk gelen bazı haksız siyasi mahkûmiyetlerin önlenmesi için Bertolucci'yi de durumdan haberdar eder ve ondan destek ister. Bu destek işe yarar ve bu uzun süreli mahkûmiyetlerin önüne geçilmiş olur. Bu olay da Furuğ'un yaşadığı dünyada olup bitenlere karşı hiçbir zaman kayıtsız kalmadığının göstergelerinden birisidir.

Furuğ'un hayatındaki en önemli dönüm noktası üçüncü kitabı olan İsyan'ın yayımlanmasından sonra meşhur İranlı sinemacı ve modern İran hikâye yazarı İbrahim Gülistan ile tanışmasıdır. Bu zamana kadar Furuğ hâlâ tanınmış bir şair değildir. Gülistan'ın Tahran'daki ofisine iş için müracaat ettiğinde sinemayla hiçbir bilgisi yoktur ama yine de sanatın her dalına duyduğu ilginin Gülistan tarafından keşfedilmesiyle işe alınır.

Furuğ'un şiirinin en büyük özelliği gündelik hayatı şiire taşımasıdır. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adlı şiirinde "pencere ile görmek arasında her zaman bir aralık var" der. Şiirlerinde sadece bakmadığını, aynı zamanda gördüğünü de fark ederiz. Onun gündelik olayları duru bir anlatımla sanatlaştırılması aslında bugünkü İran sinemasında gördüğümüzden de farklı değildir.

Cesur, açık sözlü, naif ve kırılgan

Furuğ 1959'da hem dil hem de sinema eğitimi için Londra'ya gider. Döndüğünde ilk belgesel film deneyimini, İbrahim Gülistan'ın yaptığı Bir Ateş filmiyle yaşar.1962 yılına gelindiğinde DCüzzamlılar erneği Başkanı Dr. Raci, Gülistan'a cüzzamlılar ile ilgili bir film yapmak isteyip istemeyeceğini sorar. Teklife olumlu bakan Gülistan, Furuğ'a filmi çekmesi için teklifte bulunur. Furuğ bu öneriye sıcak bakar. Öncelikle bir keşif gezisi yapmak üzere tek başına Tebriz yakınlarındaki Bababağı Cüzzamlılar Evi'ne gider. Bababağı Cüzzamlılar Evi, Rıza Şah'la evliliğinden kısa bir süre sonra, cüzzam ve cüzzamlılarla ilgili sorunları fark eden Farah Pehlevi'nin arzusuyla yaptırılmıştır. İran'ın ilk cüzzam kolonisi olan Babakhi Raji sadece tedavi amaçlı değil aynı zamanda cüzzamlılar için sosyal bir ortam oluşturulmak üzere de kurgulanmış bağımsız bir köy gibidir. Hastaların sağlıklı çocukları da onlarla birlikte kalır. Ama hiçbir şey, bu cüzzamlı insanların bir şekilde 'normal' dünyadan tecrit edildiklerinin ya da bu haliyle 'izole edilmiş' olduklarının üstünü örtmez.

Her işi tutkuyla yapmayı seven Furuğ belgeseli çekmeye başlamadan evvel bir müddet bu evde korkusuzca cüzzam hastalarıyla beraber yaşamaya başlar. Hatta hiç iğrenmeden onları öper ve sarılır. Oğlu Kamyar'la aynı yaşlarda, cüzzamlı bir ailenin çocuğu olan Hüseyin ile orada tanışır ve onu evlat edinir. Evladına olan hasretini bir nebze dindirmek istemektedir. Şiir hayatında ne kadar vazgeçilmez de olsa zaman zaman gün yüzüne çıkan evlat özlemi Furuğ'un çalkantılı ruh dünyasındaki dalgalanmayı daha da artırmaktadır.

Başyapıtı olan ödüllü belgesel Ev Karadır'ın çekimleri sırasında yazılı bir senaryoyu takip etmez Furuğ. Senaryo zihnindedir. Tıpkı şiir yazarken olduğu gibi zihninde sessizce tamamlamıştır her şeyi. Ev Karadır, taşıdığı bütün şiirselliğe rağmen dönemin İran'ına doğrudan atıfta bulunan bir temsiller portresidir. Dönemin ruhunun da ciddi bir yansımasıdır. Bu anlamda film tamamlandıktan sonra pek çok yerde gösterilmesi de engellenmiştir. Filmin ilk gösterimi sinema okulunda yapılmış ve pek çok tepkiye neden olmuştur. Film boyunca fonda iki ayrı ses duyulur. Birisi Furuğ Ferruhzad'ın, diğeri ise İbrahim Gülistan'ın sesidir. Furuğ'un seslendirdiği ana bölümler daha çok bu dünyanın duygulu kısımlarına yöneliktir ve şiirseldir; Furuğ'un etkileyici ses tonu, görüntüleri daha da çarpıcı hale getirir. İbrahim Gülistan'ın seslendirdiği kısımlar ise bir hastalık olarak cüzzamın tasviridir ve bilimsel bilgi içeriklidir. Gülistan'ın nispeten soğuk ve kuru ses tonunun, böyle bir içerikle birleşmesiyle, film boyunca gerçek/görünen dünyayla ötesi arasında gidip geliriz. İki ses, aynı yapı içerisinde biri cüzzamla yaşayan bir insanın bakışı, diğeri ona dışarıdan bakan bir göz olarak ayrı uçları gösterir. Başka bir açıdan bakıldığında ise bu tezat ayrı bir cazibe alanı yaratmaktadır.

Tam da böylesi zamanlarda Ev Karadır gibi bir belgeselin nasıl yapılabildiği, neden bu ürkütücü görüntülerin insanlara gösterilme arzusunun taşındığı eleştirilerin ana odaklarından biridir.

Filme yönelik tepkilerden bir kısmının gerekçesi filmin sipariş üzerine yapılmış olmasıdır. Bu noktadan yola çıkan saldırıların kastı, filmin bu anlamda yapay bir duygusallığın üzerine oturtulmasıdır. Ev Karadır belgeselinin yarattığı algıdan memnun olmayan İran hükümeti 1973 yılında Ev Aydınlıktır adlı sipariş bir film yaptırmıştır.

Yalnızlık ve dışlanmışlık arasındaki farkı kendi bireysel hayatından çok iyi bilen Furuğ, kendisini de tıpkı bir sosyal cüzzamlı olarak görür. Ev Karadır 1964'te Oberhoussen Film Festivali büyük ödülünü alır. Cannes Film Festivali'ne de kabul edilmiş olmasına rağmen nedeni hâlâ bilinmez bir şekilde Gülistan tarafından yarışmadan çektirilir.

Furuğ, 1967 yılında 32 yaşındayken bir trafik kazasında hayata gözlerini yummasaydı ve film yapmaya devam etseydi hiç kuşkusuz İran'ın ilk kadın yönetmeni olurdu. Furuğ'un farkı sadece söyleyecek sözü olmasında değil aynı zamanda bunu cesurca ifade edebilmesinde yatar. Cesurdu, sarihti ve açık sözlüydü. Kendisine yapılan tüm ağır muhalefete mukavemet edebilme gücüne karşın bir o kadar da naif ve kırılgandı.

Ölümü hem sevenlerinde hem de sevmeyenlerinde derin bir üzüntü yarattı. 1974'te, ölümüyle yarım kalan şiir kitabı İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına yayımlandı.

Kuşkusuz bu ölümden en çok etkilenen İbrahim Gülistan olur. Yol arkadaşını kaybeden Gülistan içine kapanır, sinema çalışmalarını neredeyse sonlandırır.1975 yılında da İran'dan tamamen ayrılır ve bir daha geri dönmez. Gülistan'ın oğlu Kaveh, Furuğ'un ölümünün babasının üzerindeki derin etkisinden bahsederken, "Furuğ'un ölümü babamın da yaşamla ilişkisinin kesilmesine neden olmuştu" der. Gerçekte Furuğ'un ölümüyle Gülistan da ölmüştür.

Kadınlığın sesiydi Furuğ. "Suskunluk nedir, söylenmemiş sözlerden başka" derken kadınların iç yarasına dokunur. Hafif deli bir aşk kadınıdır. Deliliğinden utandığından belki "Aşktandır tüm yaralarım benim" demiştir.
BİZE ULAŞIN