Meltem Kural: Beyaz perdede 'öteki' olmak

Beyaz perdede öteki olmak
Giriş Tarihi: 4.6.2014 13:52 Son Güncelleme: 28.11.2014 12:12
Meltem Kural SAYI:02Haziran 2014
‘Düşman’ ve ‘öteki’ imgeleri Amerikan sinemasının değişmez bir içeriği olarak bugün de var olmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz aylarda sahiplerini bulan Oscar Ödülleri'nde, 12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret) adlı filmin en iyi film ödülüne layık görülmesiyle birlikte, Hollywood yapımı ırkçılık temalı filmlerin neden sadece kölelik uygulamasıyla sınırlı kaldığı tartışmaları da yeniden gündeme taşındı.Pek çok eleştirmen, bu içerikteki filmlerle Amerika'nın siyahilere karşı geçmişte işlediği günahlar için beyaz perdede günah çıkarmaya çalıştığı yorumunu yaparken, bir kısım eleştirmen ise söz konusu filmlerle ırkçılıkla ilgili Amerikan toplumunda var olan mevcut güncel problemlerin üstünün örtülmeye çalışıldığını savunuyor.

Dünyayı ve içerisinde yaşadığımız toplumu algılayışımızın ve 'öteki' hakkındaki düşüncelerimizin şekillenmesinde ekonomik, siyasi, sosyal ve estetik amaçlar güden medya şüphesiz yadsınamayacak derecede büyük bir rol oynuyor. Görsel medyada olayların ve kişilerin sunuluş şeklinden, yazılı basında ele alınış şekline kadar pek çok şeyin postmodern bir algı yönetimi doğrultusunda hazırlanıp servis edildiği günümüzde, hiç kuşkusuz bu anlamdaki en etkili araçlardan biri popüler kültür, popüler kültür denildiğinde ilk akla gelen tür ise sinemadır.

Amerikan sineması ve algı manipülasyonu

Görselliğe dayanması nedeniyle geniş halk kitlelerini etkileme açısından oldukça etkili olan bu sanat dalının işlevselliğini en erken kavrayan ülkelerden biri ABD olmuş ve bu amaçla Hollywood olarak bilinen ana akım film endüstrisini kurmuştur. Bu cihetten bakıldığında, tanınmış sinema tarihçisi ve eleştirmeni Paul Rotha'nın sanat politikadan soyutlanmış olamaz tespitinden de yola çıkarak Hollywood'un sanatsal bir proje olmaktan çok siyasi malzemelerle beslenen bir sektör olduğu da söylenebilir. Zira en gelişmiş teknolojilerin kullanıldığı yüksek
maliyetli Hollywood yapımları ile bir yandan dünyanın geri kalan kısmına meydan okuyarak örtülü bir Amerikan kültürü propagandası yapılırken, diğer yandan da seyircinin Amerika ve dünyanın geri kalan kısmı hakkındaki düşüncelerini Amerika'nın kendi siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda şekillendirme arzusu güdülmektedir.
Genellikle savaş ve ırkçılık konularının işlendiği filmlerde şahit olduğumuz bu eğilim, bilhassa Soğuk Savaş döneminde kendisini ziyadesiyle hissettiren, aynı zamanda 80'li yıllar ve sonrasında Amerika'nın farklı coğrafyalardaki artan askerî müdahelelerini ve 11 Eylül sonrası sıklıkla kullandığı terörle mücadele argümanını duygusal zeminde savunmaya yönelik sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Bu filmler pek çok stereotipin ve rol modelin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, hatta birçoğunu bizzat kendisi üreterek piyasaya sürmüştür.

Sinema tarihinin en ırkçı filmi olarak tarihe geçen 1915 Amerikan yapımı The Birth of a Nation (Bir Ulusun Doğuşu) adlı film, hâkim ideolojik iklimin üretilen sanat ürünlerinin içerik ve mesajını nasıl belirlediğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Amerikan İç Savaşı yıllarına değinilen filmde siyahiler ırz düşmanı, hırsız ve acımasız katiller olarak betimlenirken, ırkçı gizli örgüt olan Ku Klux Klan'ın üyeleri ise beyaz ırkı siyahilerin 'şerrinden' korumaya çalışan kahramanlar olarak seyircinin karşısına çıkarlar. 20'nci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan sineması bu derece bariz bir segregasyon propagandası yapmaktan kaçınsa da, ötekileştirme hız kesmeden devam etmiş ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan pek çok stereotip üretilerek seyirciye sunulmuştur. Örneğin bir zamanlar her pazar sabahı merakla beklenen ve babalarımızın bolca izlediği John Wayne'li, Clint Eastwood'lu Western ya da bizim bildiğimiz adıyla kovboy filmlerinde Kızılderililer ağaç arkalarına, çalılıklara saklanarak 'masum' Amerikalıları avlayan vahşiler ve ilkel posta arabası soyguncuları olarak tasvir edilirlerdi. Bu nedenle uzun yıllar pek çoğumuzun Kızılderililer hakkında söyleyebileceği tek şey acımasız ve vahşi olduklarıydı.

Siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda belirlenen ve gelişmelere göre sürekli kabuk değiştirerek farklı kimliklerle karşımıza çıkarılan 'düşman' ve 'öteki' imgeleri Amerikan sinemasının değişmez bir içeriği olarak bugün de var olmaya devam ediyor: Ruslar zengin fakat görgüsüz ve kaba; çekik gözlü Asyalılar duygusuz ve komplocu; Doğulular tembel, pis ve medeniyetten uzak; Araplar fundamentalist; Latin Amerikalılar uyuşturu satıcısı veya insan kaçakçısı; Afro-Amerikalılar ise ya acımasız birer gangster ya da eziyet gören mağdur köleler olarak karşımıza çıkarlar. Bugün bu klişelere uymayan tek tük filmler üretiliyor olsa da, Hollywood'un Asya ve Afrika kökenli mevcut durumdan rahatsız kimi aktörlerine göre henüz Amerikan sinemasında bu konuda köklü bir değişimden bahsetmek için çok erken.

Günümüzde geçmişe nazaran ırkçılık konusuna eleştirel yaklaşan daha fazla sayıda film üretilmekteyse de, bu filmler konuları itibarıyla çoğunlukla bugünün Amerikan toplumunda zaten bir karşılığı olmayan kölelik sistemi üzerine bir eleştiri içermekteler ve ırkçılık temasının işlendiği bu türde filmlerin satır aralarına genellikle bu uygulamaların geride bırakıldığı ve Amerika'nın geçmişiyle yüzleşerek bunları aştığı notu iliştirilmektedir. Esasında, günlük hayatta var olan eşitsizliklerin hâlâ devam ettiği bir ortamda, ırkçılığı sadece siyahi köle sahibi olmak ve kırbaçlı işkence sahneleri üzerinden işlemek, ırkçılık konusunu tarihî köle ticaretiyle sınırlandırarak meselenin ciddi anlamda anlaşılıp tartışılmasını da engelliyor. Bu nedenle bu ve benzeri yapımlar ırkçılık konusunda Amerika'da ve dünyada var olan bugünün eğilimlerini ve gerçeklerini yansıtmamakla beraber, bu konuda gerçekleşmesi mümkün olabilecek hakiki bir yüzleşmeyi de sürekli erteliyor. Zira bugün ırkçılık, klasik anlamıyla biyolojik ırkçılık olarak adlandırabileceğimiz fiziksel özellikler üzerinden yapılan ırkçı sınıflandırmalardan ziyade, kültürel farklılıklar vurgulanmak suretiyle yapılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bu tarz bir ırkçılık ve ötekileştirmenin kapsamı, fiziksel farklılıklar baz alınarak yapılan ırkçılığa göre çok daha geniş olacağı gibi, eski ulus devletlerinin yerini artık çokkültürlü toplum sistemine bıraktığı günümüzde, kültürel ırkçılığın da toplumlardaki huzur ve beraberliğe verebileceği zarar, biyolojik ırkçılığın verebileceğinden çok daha büyük olacaktır.

Yeşilçam'ın ötekileştirdikleri ve gizlenen kimlikler

Lakin bu konuda sadece Amerikan film endüstrisini suçlamak haksızlık olur. Zira egemen ideolojiyi meşrulaştırmaya ve toplumun belli konulardaki algısını yönlendirmeye yönelik filmlere Yeşilçam'da da sıkça rastlamaktayız. Tıpkı Hollywood gibi Yeşilçam da kişileri ve olayları devlet erkinin istediği perspektiften işlemekten çekinmemiş, hatta bilhassa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Yeşilçam resmî devlet idelojisini Türkiye toplumuna damardan enjekte etmek amaçlı senaryolarla halkın karşısına çıkmıştır. Bu senaryolarda en çok karşılaştığımız tipleme ise ikiyüzlü, menfaatçi ve güvenilmez dindar tiplemesidir. Batı'dan ithal edilen seküler ideoloji ve gerçekleştirilen devrimler topluma cahil, geri kalmış, hurafeci dindar tiplemeleri üzerinden, eskiye ait dinî ve kültürel değerlerin topyekün kötülenerek yeni olan her şeyin yüceltilmesi suretiyle benimsetilmeye çalışılmıştır. Buna göre sakallı, sarıklı hacı-hoca tiplemeleri eskinin ve dolayısıyla kötü olanın, mühendis, öğretmen ve doktor ise yeninin, dolayısıyla iyinin ve güzelin sembolü olarak hayatını bu cahil zümreyi yola getirmeye ve adeta bir çocuk gibi onlara doğruyu ve güzeli belletmeye adayan seküler Türkiye'nin modern kahramanları olarak karşımıza çıkar. Reşat Nuri Güntekin'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ölümsüz eseri Çalıkuşu'nda, kitabın kahramanı Fransız mektebinde Batılı bir eğitim almış genç bir öğretmen olan Feride ile tayin olunduğu Zeyniler köyü mektebi hocası Hatice Hanım arasında çizilen zıtlık ve resmedilen ilişki Yeşilçam'ın bu yaklaşımını özetleyen en güzel örneklerden biridir.

Türkiye'nin sürekli değişen yerli ve yabancı, dost ve düşman algılarından nasibini alan şüphesiz sadece dindarlar değildir. Kıbrıs meselesinin patlak vermesinin ardından Yeşilçam'daki Rum tiplemelerinin ilginç dönüşümünü buna bir örnek olarak verebiliriz: Rum kadın karakterler ya pavyon veya kulüplerde sahne alan hafifmeşrep bir kadın ya da pansiyon işletmecisi bir madam rolünde görülürken, erkek tiplemeler ise genelde meyhaneci, barmen veya milli mücadele konulu filmlerde görüldüğü gibi kendini 'Megalo İdea'ya adamış acımasız bir Türk düşmanını canlandırırlar. Ayrıca Yahudilerin tefeci ya da sarraf, Ermeni oyuncuların aksanları nedeniyle ancak bir azınlık veya komedi unsuru olarak var olabildiği Türk sinemasında yer edinebilmek için ismini değiştirmek zorunda kalan pek çok Ermeni ve Rum asıllı oyuncu bulunmaktadır. Gerçek ismi Kirkor Cezveciyan olan Kenan Pars, Sami Hazinses olarak tanıdığımız Diyarbakır doğumlu Samuel-Agop Uluçyan, Yeşilçam'ın efsane isimlerinden doğum adı Vahe Ozinyan olan Vahi Öz ve Hababam Sınıfı serisiyle herkesin hafızasında yufka yürekli 'Adile Ana' karakteriyle yer edinen Adile Naşit devrin hâkim siyasi atmosferinde etnik kimliklerini gizlemek zorunda kalmış Ermeni kökenli Yeşilçam sanatçılarından sadece birkaçıdır.

Aynı şekilde Türk sinemasında da bolca stereotip de mevcuttur. Kürtler kaba saba bir köy ağasını, Araplar petrol zengini ve görgüsüz bir Arap şeyhini, zaten çok az sayıdaki siyahî oyuncular ise ya "Küçük hanım bugün nasıllar?" tarzı iki üç cümlelik rolü olan Arap bir dadıyı, ya da Keloğlan serilerinde gördüğümüz gibi dev yapraklarla padişahın iki yanında onu serinleten Afrikalı bir köleyi canlandırırlar.

Hâsılı, ister yerli ister yabancı sinema olsun işlenilen karakter tiplemeleri üzerinden toplumun veya dünyanın bazı kesimlerine bir ötekileştirme yapıldığı ve sinemanın bu anlamda bir çeşit algı yönlendirme vasıtası olarak kullanıldığı bugün yadsınamaz bir gerçektir. Bununla birlikte arz-talep döngüsü bağlamında düşünülecek olursa, her ticari sektörde olduğu gibi ana akım film sektöründe de gişe kaygısının sunulacak ürünün içeriğinin belirlenmesinde önemli rol oynadığının altını çizmek gerekir. İnsanlar ön yagılarının doğrulandığını görmekten hoşlanırlar ve kafalarındaki doğrularla çelişen bilgi ve sunumlara şüphe ile yaklaşırlar. Bu durumda ticari kaygılardan uzak, akıntının tersine kürek çekerek söylenilmeyeni ve gösterilmeyeni beyaz perdeye taşıyacak irade ve cesareti ortaya koyabilecek yönetmen ve sanatçılara bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.
BİZE ULAŞIN