Yusuf Sami Kamadan: Darmadağın olmuş yüreklerimiz ve Halep

Darmadağın olmuş yüreklerimiz ve Halep
Giriş Tarihi: 2.1.2017 17:28 Son Güncelleme: 2.1.2017 17:28
Yusuf Sami Kamadan SAYI:31Ocak 2017
Sam'dan ayrılıp İstanbul'a geldikten yıllar sonra ben Halep'e gitmek yerine, Halep bir nevi buraya, İstanbul'a geldi, Halep, Suriye'de yaşanan insan kıyımı ver yıkımının en ağrına şahit olurken; buradan, orada olup biteni kalbi kırık bir şekilde takip edebiliyordum.

Yaklaşık 10 yıl önce bulunmuştum Halep'te. Bu güzel şehirde gördüklerimden çok etkilenmiştim ve o zaman yaşamakta olduğum Şam'a dönerken bir gün mutlaka bu şehre tekrar geleceğimi ve uzun zaman burada vakit geçireceğimi düşünmüştüm. Halep, Suriye'de yaşanan 'insan kıyımı' ve yıkımının en ağırına şahit olurken; buradan, orada olup biteni kalbi kırık bir şekilde takip edebiliyordum. Şu anda yaşadığım muhit de İstanbul'da en fazla Suriyeliyi, özellikle Haleplileri barındıran yerlerden biri. Öyle ki annemin en yakın arkadaşlarından birisi eşi Halepli Türkmen olan, Halepli Arap bir teyze… Annem onlara gider, onlar anneme gelir, muhabbetlerini devam ettirirler. Halep'te bulunduğum o 10 yıl kadar önce şehir üzerimde o kadar güzel bir huzur bırakmıştı ki her ne kadar görsellere bakmaktan çekinsem de savaş sonrası, özellikle gelinen şu noktanın içimi parçaladığını inkâr edemem. Halep'in o muhteşem sokaklarında elinde çekiçle örsünün başındayken selam verip muhabbet ettiğim, bana ikram edecek bir şey arayıp sonra bulamayınca da kendi bardağının dudağının değmediği tarafı göstererek içtiği çayı ikram eden demirci amcayı nasıl unutabilirim. Çarşısında gezerken bana lokum ikram eden satıcı abinin Türkçe hitabı karşısında hayret etmiş, Halep'in gerçekten de bir Türk şehri olduğunu ilk defa oradayken idrak etmiştim. Halepli minik çocuğun misketinin peşinde koşturmasını dün gibi hatırlıyorum. Belki bu hatırladıklarım düne kadar yüzümde hafif bir tebessüm, içimde bir sıcaklık bırakıyordu ama artık gelinen şu noktada yüreğimde sızıdan başka bir şey hissettirmiyor. Mahvettiler Halep'i. Yok ettiler o güzel şehri. Kıydılar insanlarına.

Güzeller güzeli Halep

Suriye'de bulunduğum zaman zarfında diyebilirim ki, okumakta olduğum Ebunnûr Üniversitesi'nin derslerini takip etmekten daha ziyade kendimi Suriye'ye gezmeye adamış, bu sayede kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna çok sayıda şehri gezme imkânı yakalamıştım. Tabii okul da o zamanlar belli sıklıkta seyahatler düzenliyordu ama bunlar genelde yakın çevredeki yerler oluyordu. Mesela Hz. Peygamber'in Rahip Bahîrâ'yla görüştüğü yer olan Busra'ya okul götürmeden gitmiş, sonrasında okulla birlikte de birkaç sefer gitmiştim. Bu arada iç savaşta Busra'da da çok ciddi yıkımlar oldu. İslam tarihinin en kadim yapılarından biri olan Ömer Camii öyle bir yıkıma uğradı ki artık tanınmaz bir durumda. Sadece İslam dönemi yapıları değil, kısmen de olsa Roma dönemine ait eserler de savaş dolayısıyla ciddi tahribata uğradı. Antik Roma Tiyatrosu da bunlardan biri.

Şam ile Halep arasında M5 adı verilen ve Humus ile Hama üzerinden giden otobandan gidildiği takdirde 360 küsur kilometrelik bir mesafe bulunuyor. Bilindiği gibi Halep Türkiye sınırına çok daha yakın. Kilis ile arasında 60 km var yok. Bir iki arkadaşımla birlikte sabah namazını Halep Emevî Camii'nde kılacak biçimde gece saatlerinde Şam'dan Halep'e gitme kararı almıştık. Şam'da yaşadığım ev Şam'ın Rukneddin denilen bölgesinde, Sûk-u Cum'a (Cuma Pazarı) adı verilen işlek bir sokağında yer alıyordu. Yaşadığım evin hemen az ilerisinde İbnü'l-Arabî'nin kabri bulunuyordu. Bilindiği gibi Mısır seferi dönüşünde Yavuz Sultan Selim Han Şam'a uğramış, İbnü'l-Arabî'nin mezarını buldurarak buraya bir türbe, yanına da bir cami ve tekke yaptırmış. İşte bahsedilen o yer de burası. Bir tarafında İbnü'l-Arabî'nin kabrinin ve camisinin olduğu, boylu boyunca uzanan bu kadim sokak o kadar işlekti ki buradan bir an olsun gürültü eksik olmazdı. Hatta hatırlıyorum sokakta kalabalık içinden geçmeye çalışan minik pikapların korna sesleri kimi zaman gerçekten de tahammül edilemez bir hal alırdı. Tabii bu yoğunluk belli bir saate kadar sürerdi. Akşamın belli bir saatinden sonra dükkânlar kapanıp, satıcılar da dağılınca haliyle sokakta insandan da eser kalmazdı. İlginçtir ışık da olmazdı bu saatten sonra sokakta. İşte böyle bir zamanda, birkaç arkadaşımla birlikte yola revan olmuş, Halep'e gitmek üzere otobüs terminaline gidiyorduk. Hâlâ aklımdadır; ışıksız, kimsesiz yolda giderken bir anda karşımıza başka zamanlarda da sıkça rastladığım bir meczup çıkmış ve bir hadis söyledikten sonra gitmişti. Suriye benim ilk yurtdışı tecrübemdi, bana zaten oldukça mistik geliyordu her şey, bu tarz tecrübeler buranın efsunu gzümde daha da arttırıyordu. Kadıköy İmam Hatip Lisesi'nde okuduğum yıllarda düzenlenen hadis ezberleme yarışmasına katılmış, umre ödüllü dereceye girmeyi başaramamıştım ama nihayetinde ezberimde birçok hadis-i şerif olmuştu. Karşımıza ansızın çıkan bu meczubun söylediği hadis-i şerif de bildiğim, ezberimde olan, o dönemde ezberlediklerimden biriydi. Uzunca bir hadis olmasına rağmen o sadece bu hadisten bir kısmını söylemişti. Yüksek ve çatallı sesiyle söylediği o hadisi söyleyiş şekli beynime kazanmış bir durumdadır: "Kim bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da kıyamet günü onun kusurunu örter." Bu karşılaşma ile seyahatin çok bereketli geçeceğini hemen orada anlamıştım.

Bin yıllık ticaret merkezi

Altı saat sonra Halep'e varmıştık. Zamanlama o kadar yerinde olmuştu ki indiğimiz gibi sabah ezanı okundu. Tabii birçok Arap ülkesinde olduğu gibi Suriye'de de vakit namazları hemen ezan okunduğu gibi kılınmıyor. Ezan namazı camide kılmak isteyenler için bir nevi çağırıcı vazife görüyor. Bu da bize indiğimiz otobüs terminalinden şimdi maalesef harap bir durumda olan Halep Emevî Camii'ne gitmek için yeterli zamanı veriyordu.

Halep için söylenilebilecek ilk cümle bu şehrin çok kadim bir şehir olduğudur. Oradayken gidip de gezdiğim Halep Ulusal Müzesi, burada kurulan, gelip geçen devletlerin nadide parçalarını bünyesinde barındırıyordu. Tabii akıllara bu müzenin durumu geliyor. Maalesef savaş esnasında burası da ciddi tahribata uğradı. Hatta UNESCO'nun Bulgar genel direktörü Irina Bokova, bundan birkaç yıl önce müzede oluşan tahribat dolayısıyla üzüntü duyduğu yazılı bir açıklama yapmıştı.

Halep, bulunduğu önemli konum dolayısıyla önemli bir yerleşim yeri ve ticaret merkezi olmuş. Bugün yine olduğu gibi asırlarca da önemini korumuş. Ve yine bugün olduğu gibi nice yıkımlara maruz kalmış, toprağında çok kan dökülmüş. Halep bilindiği gibi Hz. Ömer döneminde Ebû Ubeyde b. Cerrâh komutasındaki İslam ordusu tarafından, orada yaşayan insanların aman dilemesiyle kan dökülmeden fethediliyor. Müslümanlar bu şekilde Halep'e giriyorlar. Halep'e girildikten hemen sonra da kalkanlar bir kenara konulup namaz kılınıyor ve o namaz kılınan yerde de Halep'in eski camilerinden olan Kalkanlar Camii anlamına gelen Mescidü'l-Etrâs inşa ediliyor. En son üç yıl önce seyrettiğim bir videoda buranın ciddi tahrip olduğunu görmüştüm. Halep her ne kadar genel itibariyle Müslümanların elinde kalmış olsa da kimi zaman el değiştirdiği de olmuş. İleriki zamanlarda çok sayıda farklı İslam devletinin eline geçen Halep, kimi zaman Bizans ve Haçlıların saldırılarına ve burada yaşanan zulümlere şahitlik etmiş. Özellikle Hülagû, Haçlılar ve Ermeniler tarafından desteklenen ordusuyla Halep'e girince orada katledilenlerin çığlıklarının günümüze kadar geldiği bir felaket yaşanmış, Halep yakılıp yıkılmış.

Halep bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim'in Memluk Sultanı Kansu Gavri'yi mağlup ettiği Mercidabık Savaşı'ndan sonra Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve bu uzun dönemde tarihinin en parlak ve en müreffeh zamanını yaşamış. Kısaca Halep üzerinde çok sayıda devletin geçtiği; zaman zaman tahrip olmakla birlikte, imarın da olduğu ve içerisinde çok sayıda Hulefâ-yı Râşidîn, Emevî, Eyyubî, Memluk ve Osmanlı eserlerinin olduğu harika bir şehir. Tabii artık oradaki yıkımın bilançosunu tam olarak bilemediğimiz için harika bir şehirdi demek veya benim gördüğüm, gezdiğim şehir böyleydi demek daha yerinde olacaktır.

Sahi, biz Halep'ten neden, ne zaman vazgeçmiştik?

Halep'in en önemli kültürel sembol yapılarından biri olan Halep Emevî Camii, isminden de anlaşılacağı üzere ilk olarak Emevîler döneminde yapılmış. Sonrasında gerçekleşen Bizans saldırıları dolayısıyla tahribe uğrayan cami tekrar inşa edilmiş, Hülagû zamanında yine harap olan cami sonrasında yine inşa edilmiş ve kullanılmış. Neredeyse her gelen idareci tarafından ilave ile zenginleşen cami, Osmanlı zamanında özellikle III. Murad ve II. Abdülhamid dönemlerinde tamir ettirilmiş. Ben oraya gittiğimde çok bakımlı bir yer ile karşılaştım. Güzel sesli imamın arkasında sabah namazını kıldıktan sonra iç avlu kısmına çıkmış, artık yavaş yavaş doğmakta olan güneşin avlu taşına vurmasıyla çıkan parlaklığı seyre daldığımı hatırlıyorum. Öyle ya Halep'teydim. Bu güzel şehri, bu güzel yerleri görebildiğim için ne kadar da nasipli biriyim diye hep düşünürüm. Namaz sonrası Kuran-ı Kerim okuyan ve caminin kenar kısımlarına dağılmış yaşlı, genç insanlar caminin zaten sabah namazı sonrası oluşan o güzel, mübarek havasına gözümde ayrı bir lahutilik katıyordu. Türk olduğumuzu anlayıp irtibat kurmak isteyen kişiler çok sık olurdu. Halep'te de böyle oldu. Tabii o zamanlar Arapça pratik seviyem çok da iyi olmadığından bunlar genelde benim için ders mahiyetinde olurdu ama bazen hatta çoğu kere komik duruma düştüğümü de bilirim. Bu şekilde Halep Emevî Camii'nde vakit geçirirken artık yükselen güneş yavaş yavaş bize Halep'i gezmeye başlamanın zamanının geldiğini söylüyordu. Nasıl Şam Emevî Camii'nde Yahya peygamberin kabri varsa Halep Emevî Camii'nde de Zekeriyya peygamberin kabri var. Daha o zamanlar ileriki yıllarda özellikle anne ve babamı da buraya getirmeyi, onların da bu güzellikleri görmeleri gerektiğini düşünmüştüm. Halep'teki kültürel yıkım haberlerinin ilk fotoğrafı olan Halep Emevî Camii ise gelinen bu noktada artık maalesef zor tanınır durumda, enkaz halinde. Aslına bakılırsa tarihinde çok defa yıkıma maruz kalan ve bir o kadar da inşa edilen Halep Emevî Camii Allah izin verirse tekrar olduğu yerde yükselecektir. Buna inanıyorum. Asıl çare bulunması gereken şeyin en az o enkaz yeri kadar darmadağın olmuş yüreklerimiz olduğunu düşünüyorum. Yıkılan yapı daha kaliteli bir malzeme ile inşa edilebilir belki ama yüreklerimiz altında kaldığı bu enkazdan nasıl çıkarılacaktır, mesele bu.

16'ncı yüzyıla ait bir Mimar Sinan eseri olan Hüsreviyye Camii'nin önünde arkadaşlarla kahvaltı yapmıştık. Kimsecikler yoktu tabi etrafta, sabahın daha ilk saatleri. O zamanlar burası hemen giriş kapısının üstünde Beşşar Esed'in Kuran-ı Kerim'i öptüğü kocaman bir tablonun olduğu 'İmam Hatip Lisesi' olarak kullanılıyordu. Sonrasında meşhur Halep Kalesi'ne gitmiştim ki oldukça erken bir saat olduğu için kaleye girememiştim. Kapalı anlamına gelen 'müsekker' kelimesini oradaki görevliden öğrenmiştim. Sonraki saatlerde kaleye de girdim. Gerçekten de muhteşem bir yapıydı. Suriye'deyken bulunduğum Palmira, Humus, Busra ve daha başka yerlerdeki kalelerin şüphesiz en azametlisi buydu. Hele zirvesinden Halep şehri öyle bir görünüyordu ki bakıp da hayran kalmamak mümkün değildi. Şehrin dört bir yanından ezanlar okunurken hatırlıyorum da Halep'i seyretmek ne de güzeldi. Halep'te epey vakit geçirdim. Modern Halep'e de gitmeyi ihmal etmedim. Tabii modern şehirler neredeyse her yerde tek tip olduğu, çok da orijinallik barındırmadığı için zamanımın çoğunu kadim şehirde geçirmiştim.

Ve tabii daha da önemlisi Halep'in yok olan, katledilen, göç etmek zorunda bırakılan insanları. Halep sokaklarında gezerken koşturan yavrucakları, aradan yıllar geçtikten sonra kıvranırken öldüklerini görmek tabii ki bende daha da derin bir teessür bırakıyor. Şu geçen zaman içinde çoğu kişi gibi ben de elimden bir şey gelmeden olup biteni seyrettim. Ölen insanların özellikle savunmasız kadın ve yavrucakların cansız bedenleri ciğerlerimizi dağladı. Buraya gelenlerden dinlediklerim ise acımı daha da katmerledi. Arkadaşımı kaybettim, arkadaşlarım yakınlarını kaybetti, ümmet insanını, insanlık kendisini kaybetti Suriye'de. O zaman keyifle vakit geçirdiğim, insanıyla muhabbet ettiğim, yediğim içtiğim şehri şimdi anlatmaya elim varmıyorsa hep bu teessürden.

Halep'te yaşayan Türk nüfusu kendisini o kadar belli ediyordu ki. Çarşıda, sokakta, camide, hemen hemen Halep'in her yerinde. Halep'te o kadar kısa zaman kalmama rağmen hatıralarım arasına o kadar çok Türk sığdırmıştım ki... Bir yandan kadim Halep'in o esrarengiz sokaklarında dolaşırken bir yandan da şimdi daha da şiddetli bir şekilde sorduğum soruyu düşünmekten kendimi alamıyordum: "Sahi, biz Halep'ten neden, ne zaman vazgeçmiştik?" neden daha düne kadar vatan toprağı olan yerlerden vazgeçelim. İnşallah yakın zamanda akıtılan kan durur, başta Suriye olmak üzere dünyanın dört bir tarafında yaşanan zulümler bir son bulur ve Türkiye'miz de en azından bu coğrafyada mazlumların hamisi olarak kendisini daha da hissettirir.

BİZE ULAŞIN