Meryem İlayda Atlas: Krizler kişilerle değil, sistem kurarak önlenir

Krizler kişilerle değil, sistem kurarak önlenir
Giriş Tarihi: 7.6.2016 14:57 Son Güncelleme: 15.6.2016 15:19
Meryem İlayda Atlas SAYI:25Haziran 2016
Türkiye yönetim sistemi defakto yarı başkanlık sistemi oldu...

Daily Sabah Genel Yayın Yönetmeni Serdar Karagöz'le sıcak gündemi odağa alan bir söyleşi gerçekleştirdik. Gündemdeki meselelere dair zihin açıcı yorumlar yapan Karagöz, yeni anayasa, başkanlık sistemi, Ahmet Davutoğlu'nun görevi bırakması ve AK Parti'deki kongre sürecini değerlendirdi. "Türkiye'nin hükümet sistemi defakto yarı başkanlık sistemi oldu" diyen Karagöz, yeni dönemde uyum ve senkronizasyon başlıkları altında bir genel başkan seçildiğini ve yeni başbakanın bütün meseleleri cumhurbaşkanı ile adım atacak bir isim olduğunu düşünüyor.

Türkiye'nin siyasi zeminini nasıl değerlendiriyorsunuz? Şükrü Hanioğlu siyasetin sığ bir entelektüel zeminde durduğunu yazdı geçen hafta, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Demokrasinin yerleşik olduğu ülkelerde siyaset basit bir mekanizma: Halkın temsilcilerinin seçildiği, işleyen kurumların olduğu ve karar alma süreçlerinde çok da orijinal fikirlerin üretilmediği bir zemin. Böylesi bir zeminde seçmenden yetki alan siyasiler içinden çıktıkları toplumun problemlerini çözmeye çalışırlar. Şimdi, gelinen noktada Türkiye'de siyaset sığ bir entelektüel zeminde mi duruyor, bu soruya yakından bakalım. Bildiğiniz gibi, Türkiye'de bir hükümet sistemi tartışması var. Bu tartışmayı yürüten kim? Siyaset kurumu. Aynı şekilde öneriler de siyaset kurumunun içinden geliyor; başkanlık sistemi gibi, partili cumhurbaşkanlığı gibi… Ciddi bir tartışma var fakat akademisyenlerin, yazarların, düşünce insanlarının bu tartışmaya katkısı çok sınırlı. Siyaset çözüm için kıvranırken entelektüeller bu tartışmanın bir parçası olmak istemiyorlar. Neden? Çünkü tartışma pek de konforlu bir tartışma değil! Bu tartışma sıradan insanların günlük hayatı kadar konforsuz. Entelektüeller işte kendi konforlarını terk edip siyaset kurumu içindeki bu tartışmaya dâhil olmak istemiyorlar. Sonra da siyaset zemininin sığlığı tespiti ile karşılaşıyoruz. Tespit doğru ama sebeplerinden biri de entelektüel konformizmi.

Şöyle bir açıklama da getirebiliriz belki; son iki yıldır siyasi ortamda sürekli bir dalgalanma var, bu tarz ara süreçlerde insanların pozisyon alma veya kendilerini gösterme ihtiyacı yüzünden icraattan çok propaganda ve söylem ön plana çıkıyor, bu noktaya nasıl geldik sorusunu sormak istiyorum o sebeple.

Bunun birkaç sebebi var ama ana sebepten başlayalım: 2007 yılında alınan cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararından sonra 10 Ağustos 2014 tarihinde ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını halk seçti ve hemen ardından bir sistem sorunu ortaya çıkmaya başladı. Zaten bu noktaya da 2007'de çıkan suni bir krizi aşmak için bir ara formül bularak gelmiştik, böyle olacağı belliydi. Bazı milletvekilleri bürokratik oligarşiyi devreye sokarak parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesini engellemek istediler. AK Parti de bu kriz karşısında bir refleks gösterdi.

Neydi o refleks?

Bu refleks, "eğer bürokratik oligarşi mecliste cumhurbaşkanı seçmeyi engelliyorsa, ben de halka giderim, halka seçtiririm" idi, nitekim dediğini yaptı. AK Parti o an için bir ara formül bulmuştu ve bizi Türkiye'nin yönetiminde çift başlılığa götürecek sistem krizini öngörememişti. Bugün yönetime baktığımız zaman tam bir parlamenter rejim diyemiyoruz çünkü cumhurbaşkanının çok fazla yetkisi var. Bakanlar Kurulu'nu toplama yetkisinden Bakanlar Kurulu'nun onayına, rektörlerin atanma yetkisinden parlamentoyu fesih ve ülkeyi seçime götürme yetkisine kadar hiçbir parlamenter sistemde cumhurbaşkanı bu kadar geniş yetkilere sahip değil. Bu bizim parlamenter rejimimizin zaten problemiydi. Hatırlarsanız Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı iken, AK Parti, cumhurbaşkanının yetkileri çok fazla, bunlar dengelenmeli diyordu. Yani aslında biz yarı-parlamenter diyebileceğimiz bir sistemde idik, buradan yarı-başkanlık sistemine daha yakın bir rejime geçtik. Bir yanda seçilmiş ve yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı diğer yanda da seçime gitmiş bir partinin genel başkanı. Bu formül bize iki tane potansiyel kriz zemini üretti: Başbakan ve cumhurbaşkanı arasındaki ilişki nasıl olacak? Cumhurbaşkanının içinden çıktığı parti ile ilişkisi nasıl olacak?

2014'te halk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı bu krizleri aşsın ve sistemi değiştirsin diye mi seçti, yoksa parlamenter sistemde seçilemeyen cumhurbaşkanı yerine bildiğimiz gibi bir cumhurbaşkanı seçmek için mi oy verdi? Yetki meselesi ve çift başlılık oy verirken seçmenin ne kadar gündemindeydi?

Sonuçta bizler toplumun oy verirken ne düşündüğünü bilemeyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın toplumdan hangi vaat ve isteklerle oy istediğine bakmamız lazım. Cumhurbaşkanı, kampanyasında başkanlık sisteminden bahsetti, yetkilerimin tamamını kullanacağım dedi ve oy aldı. Hatta buna karşılık muhalefet de seni başkan yaptırmayacağız kampanyası yaptı. Seçmenin bu konudan bir rahatsızlığı olsa muhalefeti destekleyebilirdi. Seçmenin yarısından fazlası Erdoğan'ın siyasi projeksiyonuna, mümkündür dedi.

Fakat bir yandan AK Parti cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında sistem krizi çıkacağını öngöremedi diyorsunuz.

Evet, doğru. Çünkü siyaset çok dinamik bir ortam. Bir kriz anından çıkmak için oturup uzun uzun stratejiler üretemezsiniz, vakit yoktur bir kere. Siyasetçi pragmatik ve çabuk karar alan kişidir. Nitekim 2007 yılında cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararı alındığında bu konular üzerine kafa yoran herkes "bu sistem ucube bir sistemdir" dedi. Bugün AK Partililer de aynı şeyi söylüyor. Fakat krizi aşmak için başka bir çare yoktu. Nitekim bürokratik oligarşi ile mücadele ediyorsanız bazen hamleyi tam zamanında ve keskin bir şekilde yapmanız lazım. AK Parti de o zaman hızlı ve ani fakat sonuçları iyi hesaplanmamış veya zaten belki de ileride sorun çıkaracağını bile bile o hamleyi yaptı. AK Parti, bazen adımlarını zamana yayarak atıyor, bazen de hızlı sonuç almak üzere. Adım atarım ve sorun çıkarsa bu bana yeni bir fırsattır diyor ve onu da ajandasına ekliyor ve krizleri fırsata dönüştürebiliyor.

Sonuçta bu fiili durum 2014'ten beri var. Ne oldu da sorun bu kadar yüzeye çıktı ve Binali Yıldırım dönemine geçildi?

Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olduğu Ağustos 2014'te Ahmet Davutoğlu yine Cumhurbaşkanı'nın tercihi ile gelmişti. Cumhurbaşkanı'nın Davutoğlu'nu seçimleri kazanabilecek temsil kabiliyeti olan bir aktör olduğu için tercih ettiğini düşünüyorum. Davutoğlu da göreve geldiğinde ilk planda kendi siyaset tarzını hemen ortaya koymadı fakat zaman içerisinde farklı bir tarz-ı siyaset geliştirdi.

Kendi tarz-ı siyasetini ortaya koyması çok normal değil mi ama?

Normalde kendi tarzı olan siyasetçi veya parti lideri zenginlik olarak kabul edilir. Halbuki böyle bir sistemde bu tarz-ı siyaset bir iktidar alanı talebini beraberinde getirince kriz oluşturdu. Davutoğlu kendi tarz-ı siyasetini ön plana koyunca Erdoğan tarafından kazanılmış, üretilmiş iktidar alanlarında bir kayma oldu. Halbuki üzerine geldiği kurulu düzen, Erdoğan tarafından inşa edilmiştir. Başbakanlık, kurumlar, bürokrasi, dış siyaset, buralarda AK Parti adına kayıt altına alınmış bütün iktidar alanları Erdoğan'ın eseridir. Davutoğlu, siyasetin doğası gereği bu iktidar alanlarını devşirmeye başladı ve sanki bir sistem krizi yokmuş gibi davranmayı tercih etti.

Peki, bu devşirme tam olarak ne zaman başladı? Diyelim ki Ahmet Davutoğlu dönemini iki periyoda ayırdık,10 Ağustos 2014 ve 7 Haziran 2015 arası ve sonra 1 Kasım 2015'e kadar olan dönem. Bu dönemlerden birincisinde yani 7 Haziran seçimine kadar olan dönemde oluşmuş bir rahatsızlık görüyor musunuz?

Davutoğlu kendini önceki dönemin devamı gibi görmedi. Önceki döneme perde çekme arzusu, siyasi retoriğine de yansıdı. Özellikle AK Parti karşıtı ulusal ve uluslararası aktörlerin yoğun baskısı altında kendini ayrıştırma ihtiyacı gördü. 17-25 Aralık darbesinde ismi geçen bakanların Yüce Divan'a gönderilmesi konusunda takındığı tavır bunun en net örneklerinden. Bakanların Yüce Divan'a gönderilmesi siyasi bir karardı. Davutoğlu bu konunun kendisini önceki dönemden ayrıştıracak bir imaj üreteceğini düşündü ve Erdoğan'ın aksi istikametinde bir kanaat ortaya koydu.

Çatışmadan çekinmedi yani…

Hayır çekinmedi. 7 Haziran seçiminden hemen sonra, artık seçilmiş bir Başbakan olarak Davutoğlu'nun kendi tarzını çok net çatışma hatta kriz pahasına ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Mesela koalisyon kurma arzusunu kendisini Erdoğan'dan ayrıştıracak bir hamle olarak okuduğunu düşünüyorum. Siyasi polarizasyonu azaltmak için koalisyon fikrini benimsemişti belki de. Her koşulda bir koalisyon ortamı Davutoğlu'na kendi tarzını daha rahat uygulayabileceği bir zemin sunacaktı.

Davutoğlu'nun çatışmaya başlamasında 7 Haziran'da alınan tek başına iktidar olamama sonucunun etkisi var mı? Artık Erdoğan yok, biz kendi tarzımızı ortaya koymazsak oyumuz düşer, Erdoğan'ın sistemi ile bunu yürütemiyoruz gibi bir yaklaşım?

Ben böyle bir şey düşündüğünü zannetmiyorum. Daha göreve ilk geldiğinde topluma verilen bir mesajı yanlış anladığını düşünüyorum. O mesaj, topluma verilen güçlü başbakan mesajıydı. Davutoğlu bu güçlü başbakan mesajını kendisine özel, ayrıksı bir başbakan modeli olarak kodladı ve bunun üzerine yeni bir dönem inşa etmeye çalıştı.

Bu stratejik bir hata değil mi, henüz yeni seçimden çıkmışsınız üstelik tek başınıza iktidar olamıyorsunuz, terör tekrar başlamış, taşlar yerine oturmadan, düzeni tesis etmeden yapılan bu hamleler biraz acemice değil mi?

İşte bu stratejik hatadan dolayı biz bugün AK Parti'de genel başkan değişimine şahit oluyoruz. Elbette Davutoğlu kendi siyaset tarzını ülkenin ihtiyacı olarak gördüğü için devreye sokmuştur. Karakteri, hayata bakışı veya siyasetçi olması sebebiyle iktidar alanını genişletme eğilimi vardı. Lakin unutmayalım, Davutoğlu hiçbir zaman çatışmaktan geri duran bir siyasetçi olmadı, geri adım atsa da çatıştı ve bize çatışmaktan geri duran bir siyasetçi imajı çizmedi ve karşı taraftan bir yılgınlık bekledi.

Kimlerdi bu çatıştığı kimseler?

Elbette Cumhurbaşkanı'ydı. Çok net bir şekilde Cumhurbaşkanı'nın tasarrufları ile Davutoğlu'nun tasarruflarının çatıştığı alanlar var.

Nedir bu alanlar?

Çözüm sürecinin son geldiği noktada Erdoğan'la çatıştığı bir süreç yaşandı. Erdoğan, Dolmabahçe mutabakatını ve akil adamlardan bir kısmının Öcalan ile görüşmesini benimsememişti. Bu bir çatışma alanıydı. Ayrıca Yüce Divan meselesi, MİT başkanının milletvekilliği, koalisyon süreci… Bu ayrışma alanları beraberinde çift başlılığın fotoğrafını verdi bize. Süreç belki yönetilebilirdi ama benim açımdan en kritik konu yavaş yavaş bu çift başlılığın uluslararası arenada da dikkat çekmeye başlamasıydı. Özellikle Türkiye'nin mülteci krizi meselesinde bazı uluslararası aktörlerin Davutoğlu'nu tek muhatap alma eğilimini gördük.

Davutoğlu'nu daha kolay geçinilebilir mi buldular?

Tabii. Küresel anlamda Erdoğan karşıtlığının olduğu bir ortamda kendilerine alternatif buldular. Aslında Avrupa Birliği'ndeki siyasi aktörleri ikiye ayırıyorum. Türkiye'deki sistem krizini ve problemleri anlamak zorunda olmadığını düşünen, kitabî devam eden, Başbakan kimse onunla çalışırız diyen, daha önce Erdoğan Başbakan iken onunla çalışmış olanlar, bir de sistem krizini tespit edip, tahrik eden Martin Schulz gibi kişiler... Schulz'un, "Bizim muhatabımız Erdoğan değil, Davutoğlu'dur" sözü öyle hesaplanmamış bir söz değildi. Davutoğlu'nun kendi siyaset tarzını ortaya koymasıyla karşımıza çıkan bu çatışma uluslararası arenada da karşılık bulunca partinin yetkili organı olaya müdahale etti. Manidar bir zamanlama...

Davutoğlu'nun hamleleri zamansız yapıldığı için mi oldu bunlar yoksa bu her halükârda sorun çıkarır mıydı?

Her halükârda sorun çıkarırdı. Davutoğlu kendi siyasi yaklaşımını ortaya koyduğu andan itibaren karşılaşacağı bu sonu önceden görmüştük. Birçok siyasi analiz böyle giderse Davutoğlu ve Erdoğan çatışır ve Erdoğan bu durumda olaya müdahale eder demişti.

Ülkenin önünde ciddi problemler varken Davutoğlu'nun siyaset tarzıyla Erdoğan'ın tarzının birbiri ile çekişmesi Türkiye'yi hepten problemleri çözemez bir hale getirirdi. O yüzden sistemin yarattığı krizin önüne geçilerek Davutoğlu'nun görevi bırakmasını anlamlı buluyorum. Kendisi zaten görevi bırakırken bu bir zaruret dedi. Ben onu şöyle algılıyorum; biz bir şekilde daha büyük sorunlar yaşayacaktık, onun önüne geçmek için ben bugün ayrılıyorum. Parti kendi içinde mekanizmasını işletti, çok daha büyük bir krizi ani bir kararla, bütün herkesi şok edecek bir kararla sorunsuz çözdü.

Davutoğlu mu çözdü krizi?

Davutoğlu ve AK Parti çözdü. Yani Davutoğlu direnmedi. Parti içerisinde herhangi bir kriz ya da neden Davutoğlu gidiyor gibi bir sorgulama olmadı. Parti teşkilatı bu krizin ileri boyuta taşınacağını öngörüp beklediği için herkes bu değişimi haklı buldu, Davutoğlu dâhil.

Davutoğlu'nun hem veda konuşmasında hem de teşekkür konuşmasında 'bu benim iradem değildi, zaruretten oldu' demesi tabanın kafasını karıştırmaz mı?

Aslında "bu benim isteğim değil ama bu sistemin bizi getirdiği nokta" dedi. Giderken bir suçlamadan ziyade kendisinin hata yapmadığını iddia eden bir yaklaşımı vardı. Bu kimsenin arzu ettiği bir şey değil, Erdoğan'ın da Davutoğlu'nun da…

Ama geri döneceğim mesajını da verdi.

Davutoğlu'nun veda konuşması güçlü ve iddialı bir konuşmaydı. Pek çok kişi Erdoğan sonrasında kendisinin bir siyasal aktör olma arzusunu o konuşmada gördü. Bir siyasetçi olarak kendi siyaset tarzını hayata geçirebileceği uygun bir ortamı bekleyebilir. Bugün, kendi siyaset tarzını hayata geçirmeye çalışmadan evvel enerjisini sistemin ürettiği bir krizi çözmeye harcasaydı, ikinci adamlığı kabul etseydi, bugün kalırdı. Halbuki Davutoğlu kendi iktidar alanını tesis etmeye çalıştı. Sistem krizini kardeşlik hukuku, vefa gibi siyasette karşılığı çok fazla olmayan muğlak ifadelerle çözebileceğini düşündü. Siyaset çok sert bir zemin. Bu sert zeminde kurallar en baştan konuşulmazsa hiçbir şey krizleri önleyemez. Başkanlık sistemi Erdoğan'ın sistemi çözmek için önerdiği yegâne formülken Davutoğlu'nun kafasında başkanlık sistemine ilişkin aynı seviyede bir istek ve arzu göremedik.

Davutoğlu'nun bu şekilde kendi tarz-ı siyasetini önerecek bir siyasetçi olduğunu AK Parti yaşayarak mı gördü?

Davutoğlu böylesi bir iktidarı tecrübe etmemiş biriydi. Danışmandı, spesifik konularda Dışişleri Bakanlığı gibi alanlarda görev yapmıştı. Ama başbakanlık dediğimiz alan muazzam bir iktidar alanı sunuyor o koltuğa oturan kişiye. AK Parti'nin Davutoğlu tercihi de bu anlamda iktidarı tecrübe etmemiş bir kişiyi iktidara getirmek ile alakalı bir durumdu. Davutoğlu iktidarın kendisine potansiyel olarak açtığı bütün alanları kullanmak istedi. Ve bu krizin en basit haliyle anlatımı aslında Erdoğan'ın açtığı iktidar alanlarını Davutoğlu'nun devşirmesi hikâyesidir. İktidar dediğimiz şey çok kolay paylaşılabilir bir şey değil, kardeşlik hukuku kavramları ile iktidarı paylaşamazsınız. Bugün Binali Yıldırım ihtiyaç duyulan bir aktör olduğu için o koltuğa getirildi. Davutoğlu, kendi siyaset tarzının bir zenginlik değil bir sorun teşkil etmesi sonucunda o koltuktan gitti.

Peki, şimdi ne olacak? Sistem her halükârda güçlü başbakan üretiyor. Binali Yıldırım nasıl bir ihtiyacı karşılayacak?

Evet, güçlü başbakan üretiyor ve ürettiği başbakanı da cumhurbaşkanı ile çatıştırıyor. Sistemin çift başlılık üretmesi ve kendi sistemini kurmaya çalışan bir başbakanın hareketin lideriyle çatışması problemdi. Çözüm, uyumlu ve senkronize bir başbakanda. Kendi siyaset tarzını üretme eğiliminden mümkün olduğunca uzak, ikinci adam. Görev insanı, koordinasyondan sorumlu, retorik üretmeyecek, siyasi icraat üretecek biri.

Bu değişim seçmenin iradesi doğrultusunda gelişti diyebilir miyiz?

Seçmenin iradesi sonucunda gelişmedi, parti delegelerinin iradesi doğrultusunda gelişti. Binali Yıldırım, parti delegelerinin tamamının oyunu alarak geldi. Kongreye baktığımız zaman iki şey görüyoruz. Birincisi Davutoğlu'nun çok itibarlı bir şekilde uğurlandığını, ikincisi Yıldırım'ın büyük bir ortak akıl ile kabul edildiğini...

Parti tabanının yüzde 49 oy alarak gelen Davutoğlu'nun gidişini kolay kabul edebileceğini, kolayca atlatabileceğini düşünüyor musunuz?

Somut konuşalım, parti tabanı dediğimiz şey delegelerdir. Delegelerin tercihlerine baktığımız zaman gizli oyda bir itiraz görmüyoruz. Kullanılan geçerli oyun tamamı Binali Yıldırım diyor.

Taban dediğimde seçmeni kastediyorum.

AK Parti'ye oy verenler nezdinde Davutoğlu'nun gitmesi çok gündemlerini işgal eden bir şey mi? Sorusuyla karşı karşıya kalacağız. Seçmen bu durumu AK Parti başarılı olduğu sürece bir sorun olarak görmeyecektir. AK Parti ciddi sorunlar yaşar, tökezlerse o zaman seçmende geriye dönük "Davutoğlu'nun görevden alınması da problemdi" gibi bir şey görürüz. Lakin 1 Kasım'da seçmenin Davutoğlu'na oy verdiğini gösteren bir veri yok elimizde. Çünkü Davutoğlu'nun siyasal karşılığı henüz oluşmamıştı. Zaten siyasal karşılığı olsaydı, gitmezdi. AK Parti'de delegeler ve oy verenler arasında siyasal karşılığı olan iki kişi yok, tek kişi var, o da Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Davutoğlu'nun gidişi çok büyük bir itibarsızlaştırmayla olmadı, aynı şekilde Yıldırım da kabullenildi, tepkiyle karşılaşılmadı. Ama parti dediğimiz zaman bir muhitten, çevreden bahsediyoruz. Bunun gazetecisi, danışmanı var. Bu itibarsızlaştırmanın gerçekten yapılmadığını söyleyebilir miyiz parti eliyle ya da parti çevreleriyle?

Parti içerisinde bir itibarsızlaştırma yapılmadı. Aksine Hoca çok büyük bir saygı ve sevgiyle uğurlandı. Gençlik ve kadın kollarıyla, il ve ilçe teşkilatlarıyla Davutoğlu'na karşı teşkilatların yaklaşımını kongrede gördük. Bazı mecralarda özellikle de dedikodunun modern merkezi sosyal medya gibi alanlarda Davutoğlu'nun itibarını hedef alır gibi görünen bazı isimsiz yazılar bazı sahte hesaplar çıktı. Fakat ne AK Parti seçmeni ne de AK Parti teşkilatları Hoca'nın itibarını zedeleyecek isimsiz organizasyonların yapmış olduğu şeyleri ciddiye almadılar.

Sosyal medyada Davutoğlu ile ilgili imzasız Pelikan Bildirisi yayınlandı. AK Parti'nin bu iddialarla Davutoğlu aleyhine bir algı oluşturmak istediği düşünülüyor. Bir medya grubu da kendi dergisinde Pelikancılar bunlardır diyerek bazı gazetecileri ifşa ediyor ve kınıyor. Halbuki kınama yazısı da müstear isimle yazılmış. Sizin sistem krizi diye anlattığınız çatışmadan istifade eden birileri medyada kendi kişisel hesaplarını mı görüyorlar?

Mezkûr imzasız bildirinin sürece hiçbir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Süreç zaten MKYK'nın inisiyatifi ile başladı ve Hoca'nın parti yönetiminden gelen mesajı anlayıp gereğini yapmasıyla sonlandı. Her şey siyasi hareketin kendi iç aktörleri arasında usulca yaşandı. Dolayısıyla kimin yazdığı belli olmayan böyle imzasız bildirileri ve sosyal medya dedikodularını ciddiye alamıyorum. Kimi Davutoğlu savunuculuğunu bir maske olarak kullanır, bu arada başka hesaplar yapar. Kimi de kişisel hesaplaşmaları için Erdoğan savunuculuğunu kullanabilir. Biz şu an Davutoğlu ile neden devam edilmedi diye bir analiz yapıyorsak bu analizin hiçbir yerinde imzasız bildiriler, o bildiriyi kimlerin yazdığına ilişkin çamur atmalar olamaz. Alev Alatlı'nın ifadesiyle söyleyeyim; sosyal medyada böyle işlere boğulmak bir paçozluk. Bunları siyasi analizin bir parçası olarak konuşmak da yersiz…

Davutoğlu'nun Karar gazetesiyle kendi medyasını oluşturmaya çalıştığı söyleniyor. Buna katılıyor musunuz?

Ben iktidar alanı genişletme eğilimi diye bir tanımlama yaptım. Özgün bir iktidar alanı tesis etmek ve genişletmek için neler yapılması gerekiyorsa Davutoğlu ve ekibi onu yapmıştır. İktidar kendisini sürekli üretmek ister. Bu doğaldır. Modern ulus devlette muktedir olmak isteyen kendisine yakın medyaya, sermayeye, teşkilata, bürokrasiye, uluslararası arenada tanınıp bilinmeye ihtiyaç duyar.

Şimdi ne olacak?

Uyum ve senkronizasyon başlıkları altında bir genel başkan ve başbakan seçildi. Uluslararası arenada bir aktör olmayacak. Türkiye'de kendisini başkan yardımcısı olarak konumlandıracak ve bütün olayları cumhurbaşkanı ile istişare eden bir isim olacak. Zaman içerisinde bu sistem değişmez ise Yıldırım ve çevresindekiler koltuğun doğal bir şekilde getirdiği o iktidar gücünü hissedip, bir iktidar alanı oluşturmaya çalışırlar mı? Cevap, çalışabilirler. Çünkü siyaset ve iktidar böyle bir şey. Krizler kişiler ile değil sistem kurarak önlenir. Yıldırım da bunun farkında, "Bizim ilk işimiz sistemin ürettiği ucube durumu ortadan kaldırmak" dedi. İşte bu hem Türkiye'nin ve hem de AK Parti'nin ihtiyacı olan bir duruş.

AK Parti bu sisteme geçmek için nasıl bir yol izleyecek?

Öncelikle partili cumhurbaşkanlığı konusunda siyasi muhataplarını ikna etmeye çalışacak ve Meclis içinde 330 milletvekilini bulmaya çalışacak, bulursa, referanduma getirecek. Şu anda yeni bir anayasanın yapılmasına meclis aritmetiği imkân vermiyor. Bütün siyasi partilerin memleket meselesi olması hasebiyle bu konunun üzerinde durmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu sistem AK Parti'de bile sorun oluyorsa başka bir iktidar durumunda bizi yönetilemez hale getirir. Sistemi değiştirmek bir memleket meselesidir ve memleket mevzubahis olduğu zaman daha evvel MHP'nin inisiyatif alabildiğini gördük. Buna rağmen Meclis'te sorun çözülemezse erken seçim olur. Erken seçimde de seçmenden sistem krizini çözecek bir Meclis aritmetiği talep edilir. Ve benim öngörüme göre seçmen bu sistemi değiştirecek yeni Meclis aritmetiğini oluşturur. Türkiye yönetim sistemi defakto yarı başkanlık sistemi oldu, yasal zeminin de oluşturulması lazım.

Sorularım bitti, çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

SERDAR KARAGÖZ KİMDİR?
Serdar Karagöz, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi bölümünden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede İnsan Hakları Hukuku master programına devam etti. Daha sonra New York'ta bulunan The New School'da Medya Çalışmaları üzerine yüksek lisansını yaptı. ABD'de bulunduğu süre boyunca A Haber ve Sabah gazetesinin New York temsilciliği görevini üstlendi. Bunun yanında 1,5 yıl boyunca New York Times gazetesinde çalıştı. Türkiye'ye döndükten sonra bir süre Sabah gazetesinin Dış Haberler Müdürlüğü görevini yürüten Karagöz, Şubat 2014'ten bu yana İngilizce yayın yapan Daily Sabah gazetesinde Genel Yayın Yönetmeni olarak kariyerine devam etmektedir.

BİZE ULAŞIN