Ali Rıza Bey'i tanıyor muyuz? | Mayıs 2018

Ali Rıza Beyi tanıyor muyuz? | Mayıs 2018
Giriş Tarihi: 16.5.2018 15:36 Son Güncelleme: 25.6.2018 10:46
SAYI:46
Reşat Nuri Güntekin, zorlama bir şekilde kahramanımızın dini inançlarının olmadığını vurguluyor. Veya göklerden bir şey beklemediğini söylüyor. Âcizane yorumum, müellifin bunları yazarken, konjonktürel bir tavır takındığı yönündedir. Zira yıl 1930’dur.

Üniversitede şiir, roman, öykü türleriyle ilgili dersler okuttuğum ve bunu Türk edebiyatından örneklerle yaptığım için, bazı eserleri sürekli olarak işliyor olmak bana çok şey kazandırdı. Artık sayfaları yahut bölümleri zihnimde çevirir oldum. Artık kahramanların dünyasını detaylı bir şekilde bilir oldum ancak eseri kaçıncı kez okutursam okutayım, mutlaka zamanı geldiğinde yeniden okuyorum ve her okuyuşumda ilginç bir şeyler oluyor. Mesela her seferinde yeni şeyler buluyorum. Daha önce göremediğim bazı detayları görüyorum. Cevapsız sandığım bazı soruların cevaplandığını veya emin olduğum bazı hususların aslında sandığım kadar kesin olmadığını fark ediyorum.

Reşat Nuri'yi işlerken farklı farklı metinlerden yararlanıyoruz ama Yaprak Dökümü'nü birkaç sene üst üste işledik ve ben her seferinde Ali Rıza Bey'i çok acınası haliyle gördüm. İşin ilginç tarafı her sene Ali Rıza Bey daha da büyük sıkıntıların içine düştü.

Her okuyuşumda ondan bir şeylerin eksildiğini gördüm. Geçen hafta, eseri kim bilir belki de hocalık hayatımda beşinci defa sınıfta incelerken, roman için, "kâbus gibi" ifadesini kullandım. Allah kuluna sürekli acı çektirmez. Arada serinletir. Arada sıkıştırır. Arada daraltır ama arada da ferahlatır. Reşat Nuri, Ali Rıza Bey'i eline bir alıyor, alış o alış, 160 sayfalık roman boyunca ha bire tokatlıyor, ha bire dövüyor, ha bire acı çektiriyor. Ali Rıza Bey, sonsuz azaba çarptırılmış bir ruh gibi ha bire acı çekiyor, ha bire azap içinde yanıyor.

Bize, yani okurlarına coşkun üzüntüler yaşatmak isteyen yazar, doğal olarak, Ali Rıza Bey'i anlatmaya başladığında onu bir ahlak abidesi olarak sunuyor. İlkeleri için her şeyi yapabilen biri o. Beş çocuğu olduğu halde, Trabzon'daki mutasarrıflığı sırasında, ilkeleriyle çelişen şeyler olduğunu gördüğünde ve bunları değiştiremeyeceğini anladığında, emekliye ayrılıyor ve İstanbul'a geliyor. Beş çocuklu bir aileyi geçindirmenin zorluklarını düşünürsek, ahlaki, vicdani endişelerle devlet görevinizi bırakmanız ve ailenizle birlikte yüz üstü kalmanız ne kadar yüksek bir fazilettir! Ali Rıza Bey işte bu erdeme sahip bir adam. Üstelik emekliliği sırasında çalıştığı Altın Yaprak Şirketi'nde de benzer bir sorun ortaya çıkınca ikinci defa işini bırakıyor. İlkeleri için dünyanın bütün zorluklarını göze almak! Büyük bir ağırbaşlılık ile hareket edip vicdanının ıztıraplı sesini susturmaya çalışmaktansa, yoksul kalmayı tercih eden Ali Rıza Bey, aslında romanın en başında, yeteri kadar maddi güç olmazsa kişinin namusunu da yitirebileceği konusunda uyarılıyor ve bunu çok üzülerek ve korkarak düşünüyor. Romanda arada sırada Ali Rıza Bey'in karşısına çıkan bazı kişiler, namusu korumak için bile paranın lazım geldiğini söyleyerek kahramanımızın acı acı düşünmesine sebep oluyorlar. Beş bekâr gencin babası olan Ali Rıza Bey, önce bu iddialara pabuç bırakmıyor ama romanda giderek olaylar ciddileşiyor.

Erdemi mezara gömdük

Romanın sonunda, yazarın, Ali Rıza Bey'i getirdiği nokta şu: Bir avukatın metresi olan kızının evinde yarı meczup şekilde yaşamayı kabulleniyor kahramanımız. Romancı, Ali Rıza Bey'e, metreslik yapan kızının evinde yaşamayı kabullendirerek, onun, romanın başındaki "ilkeleri için yoksulluğu ve her türlü mihneti kabul eden adam" derecesinin ne kadar uzaklarına düştüğünü göstermiş oluyor. Kahramanımız romanın başında ne kadar erdemli ve ilkeli ise romanın sonunda bir o kadar perişan ve acınası halde. Esasında "yaprak dökümü" denen şey de bu. Bu kadar yükseklerden bu kadar aşağılara neden düşüldüğü sorusu romana göre büyük oranda ekonomik sebeplerle açıklanabilir ama belki yaşanan dönemin, Batılılaşmanın etkisi de ayrıca bu olumsuz değişimde pay sahibidir. Peki bu değişim nasıl oluyor? Yavaş yavaş. Ali Rıza Bey, her yaprak dökülüşünde, derece derece, erdeminden, namusundan, ilkelerinden taviz veriyor. Çok değer verdiği ve maddi manevi anlamda çok önemsediği oğlu Şevket'in evli bir kadınla ilişkiye girmesi ve bunun açığa çıkması karşısında Ali Rıza Bey önce sarsılıyor ancak oğlunu kaybetmemek için namusu lekelenmiş olan bir kadını evine kabul ediyor. Evinde birtakım ahlak dışı partilerin verilmesine, kızlarının yabancı erkeklerle bu partilerde eğlenmesine göz yumuyor. Bu defa da kendisini onların koca bulmaları gerektiği düşüncesiyle kandırıyor. Olayın meşrulaşması için böylesi bir gerekçeye ihtiyaç var. Oğlu Şevket'in bu defa yolsuzluğunun ortaya çıkması ve bir buçuk sene boyunca hapis cezası alması Ali Rıza Bey'i sizce nasıl etkilemiştir? Veya o âna kadar ahlak abidesi olarak sunulan Şevket'in bu utanç verici suçun duyulması üzerine çevresine karşı tepkisi ne olmuştur? Bence romanın en ilginç yanlarından birisi işte bu soruya cevap teşkil edecek sahnelerde ortaya çıkıyor. Hapishaneye oğlunu ziyarete giden Ali Rıza Bey, onun gayet normal bir biçimde uyuyor olmasına şaşırmıyor. Yani Şevket artık o eski Şevket değil. Erdemlerinden çok şeyler yitirmiş. Esasında bu "rezilliği" pek de umursamıyor. Daha ilginç olan, Ali Rıza Bey'in de aynı "soğukkanlılığı" göstermiş olması. O da yolsuzluk yapan oğlunu sorgulamıyor veya olayı gündeme taşımıyor. Mesela evlatlıktan reddetmiyor. Kısacası Ali Rıza Bey seneler içerisinde erdemlerini yitiriyor, eski ilkelerinden vazgeçiyor. Hayatı akışına bırakıyor; aksi halde çevresiyle çatışması gerekecek ve bunun bedeli çok ağır.

Romana "kâbus gibi" dememin sebebi işte bu üst üste gelen maddi ve manevi felaketler. Ali Rıza Bey ha bire tokat yiyor ama bana mısın, demiyor. Romanın kurgusu açısından en önemli kırılma noktası, kızı Leyla ile ilgili bir haberin bir dostu tarafından Ali Rıza Bey'e ulaştırılması. Leyla bir avukatın metresi olmuş. Ali Rıza Bey, bir dostu tarafından bir kenara çekiliyor ve bu durum "kibarca" kendisine haber veriliyor. Bu haberi duyan kahramanımız ağır adımlarla evine gidiyor ve kızının yüzüne karşı gerçekleri haykırıyor. Üstelik onu darp ediyor fakat Ali Rıza Bey belli bir süre sonra Leyla'nın metres olarak yaşadığı evde ikamet etmeyi kabullenecek. Zaten bu son sahne, romanın Ali Rıza Bey'e vuracağı son tokat olacak. Oysa Ali Rıza Bey, kitaplardan başını kaldırmayan, birkaç dil bilen, naif, yalnız yaşamayı seven, ömrü boyunca hayata karşı seyirci kalmış, sessiz, çok geç evlenmiş, kendi halinde biri. Yani bu kadar acıyı ve maddi manevi yenilgiyi kaldıracak biri değil. Sanatkâr tabiatlı, içe dönük bir adam.

Reşat Nuri'nin kötü konjonktürel tavrı

Ali Rıza Bey'in dinî inançlarıyla ilgili bilgileri en sona sakladım. Romanın birkaç yerinde çok da lüzumlu değilken, yazar, Ali Rıza Bey'in dinî inançlarından bahseder. Bahsetmese, biz kahramanımızı bir yerlere yerleştiririz. Mesela kolayca "muhafazakâr" deyip geçeriz. Entelektüel, geleneksel, muhafazakâr deriz ve bunu yaparken pek de yorulmayız. Zira romanın genel çerçevesinde zaten dramatik olarak Ali Rıza Bey hakkında bir fikre ulaşıyoruz ama yazar zorlama bir şekilde kahramanımızın dinî inançlarının olmadığını vurguluyor. Veya göklerden bir şey beklemediğini söylüyor. Âcizane yorumum, Reşat Nuri'nin bunları yazarken, konjonktürel bir tavır takındığı yönündedir. Yıl 1930. Türkiye'de yeni bir rejim ihdas ediliyor. Bu rejim, dinle arasına bir mesafe koymuş. Romancısının da bu mesafeyi koyması kendi yazarlık kariyeri açısından faydalı olabilir. Yazarın, hiç de edebi olmayan kaygılarla Ali Rıza Bey'i dinden uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ki, bu değişiklik, romanın aleyhine işliyor. Ali Rıza Bey portresine uygun olmayan gayet yapay bir fırça darbesi bu. Onu dindar ve geleneksel bir tip olarak çizdiğimizde, dramı, acısı, trajedisi çok daha etkileyici bir hal alacaktır ama konjonktür buna müsaade etmiyor.

En az fark ettiğimiz şey, en çok gördüğümüz şeydir. Reşat Nuri ve onun Yaprak Dökümü romanı hakkında liseden kalma birkaç cümlelik ezbere bilgilerle ve biraz da küçümseyici bir tavırla bir şeyler söyleyip geçeriz. Oysa Reşat Nuri'nin içinde bulunduğu konjonktürün gereği olarak romancılığından verdiği tavizler -ki Ahmet Özalp bu konuda bir inceleme yapmıştı- önümüzde araştırılmaya değer bir alan olarak duruyor. Ali Rıza Bey ise, romanın yazıldığı dönemin politik şartlarına kurban gitmişe benziyor: Ali Rıza'nın "Allah'a değil de oğluna ibadet eden", "göklerden bir beklentisi olmayan" gibi Türk toplumu içerisinde karşılığı olmayan tuhaf bir portreye dönüştürülmesi, kahramanımızı ve Yaprak Dökümü'nü sakatlıyor.

BİZE ULAŞIN