Gökhan Ergür: Yorgun çocukluk: Tatilya ve Abdulkadir Geylani

Yorgun çocukluk: Tatilya ve Abdulkadir Geylani
Giriş Tarihi: 15.6.2017 10:16 Son Güncelleme: 15.6.2017 10:17
Gökhan Ergür SAYI:36Haziran 2017
İnsanı zor olan biçimlendirir. Kayıplarla, fedakârlıklarla, olmayanla bir form alıp ruh kazanırız. ‘Yetmeyen’ temelde bir aşama ve olgunluktur bizim için fakat süreç içerisinde insan buna kör ve sağır kesilir. Aşırı tepki gösterenler kaybederken, ‘ya sabır’ diyenler bir zaman sonra ödülünü alır.

Bir

Bütün gücümle çalışıyorum. Akşam 10'da bir ceset gibi eve girip sabah 6'da sıcak yatağımdan cennetten sürülmüş edasıyla çıkıp işe gidiyorum. Henüz dokuz yaşındayım. Her sabah Dolapdere'den Tarlabaşı'na; insanları tatlı ve derin uykularında yakalamak için tan vaktini bekleyen pencere cambazı hırsızların, bütün aylığını iki zara bağlayıp kaybedenlerin, üzerine bir de bol sıfırlı senet imzalayıp binlerce pişmanlığından sadece birini yaşarken dalgın dalgın eve dönenlerin, üç tekerlekli poğaça arabasını ömrünün talihsizliğine doğru iteleyenlerin arasından sıyrılıp çıraklık yaptığım dükkâna kavuşuyorum: "Onur Erkek Berberi."

Öğle vakti temmuz sıcağında dükkânın önünü sulayıp iskemleyi de altıma attığımda elimi çeneme dayar uzun uzun düşünür ve hayret ederdim dünyaya. Yumruk kadar çocuktum ve buna rağmen evdekiler sabahın bir körü akşamın bir körü demeden karanlık kuyuya sıska bir iple sarkıtıyorlardı beni hiç korkmadan. Ustam da bir garip adamdı; dokuz yaşındaki çocuğun cebine koymuş anahtarı, sabahları dükkân açtırıyor, boynuma astığı asker cüzdanına büyük paralar sıkıştırıp ödeme yapmaya, malzeme almaya gönderiyor, dükkâna hatırlı bir müşteri gelince bana da yakışıklı bir Türk kahvesi söylüyordu.

Her şeye rağmen keyfim yerindeydi, yoruluyordum ama en azından lokanta yemeği yiyordum. Mekânı cennet olsun, ben içeri girdim mi lokantacı Seyfi gülümseyerek; "Geldi yine bizimki, oğlum ilgilenin hemen abinizle" deyip siparişimi aldırır, her seferinde döneri kesen ustaya; "Delikanlı adama yetmez o, biraz torpilli kes abimize" diyerek her gün duamı alırdı. Hem az buçuk para da kazanmaya başlamıştım artık, kazandığım parayı biriktirip okullar açıldığında kitap, defter, çanta, kundura ve önlük alıyordum Cağaloğlu'ndan. O yaz işe daha da sıkı sarılıp daha çok para kazanmaya çalışıyordum çünkü öğretmen söz vermişti bütün sınıfı Tatilya dedikleri büyük bir lunaparka götürecekti, biraz pahalıydı ama olsun, eli ekmek tutan biriydim nihayetinde.

Arkadaşlarla buluştuğumuzda tek gündemimiz Tatilya olmuştu artık, içimizden sadece bir kişi daha önce oraya gitmişti ve hepimiz onun anlattığı Tatilya hikâyesini hipnotize olmuş bir şekilde dinlerken hep bir ağızdan "Vay be, gerçekten mi" diye hayret edip bir an önce okulların açılması için dua ediyorduk.

Derken okullar açıldı, fiyatlar ateş pahası, elde avuçta ne varsa tükenip gitti, Tatilya için ayırdığım para da... Ama bir yandan da babama güveniyorum, nasıl olsa öğretmen gezi için para isterse mecbur verecek, devlet bu sonuçta, sözüne karşı gelmek olmaz.

Derken o büyük gün geldi, öğretmen gezi planını anlattı, elimize de bir zarf tutuşturdu ailelerinize verin ve yarın geri getirin diye. Akşam oldu uzattım zarfı babama, içini açtı, yüzü düştü; "Mecburi mi buna gitmek" diye sordu, yalan nedir bilmediğimizden "Hayır baba" dedim yutkunarak, "İyi o zaman yarın evde annenle oturursun gitmezsin geziye, böyle dünyalık işlere alışma" dedi. Babamın yüzündeki derin çizgilere baktım, baktım, baktım... O çizgilerde boğulduğumu anlamış olacak ki "Sana diyorum" diye yükseltti sesini birden ve devam etti; "Hem size Abdulkadir Geylânî hazretlerinden bir şeyler okuyacağım bu akşam, çağır hadi annenleri" dedi. Bizde gelenektir, babam perşembe akşamları Mektubât'tan, Kimya-ı Saadet'ten, Mesnevi'den bölümler okurdu. Biz de Müslüman yaratılmış olmanın bahtiyarlığıyla bir babama bir de önündeki kitaba hayretle bakardık.

O perşembe akşamı babam koltukta, önündeki sehpada Uyanış Yayınevi'nin 1987 yılında bastığı Abdulkadir Geylânî'nin Sohbetleri isimli kitabı. Aile üyeleri halının üzerine dizilmişiz, ellerim dizlerimde. Başlıyor babam okumaya: "Elli ikinci sohbet; Ey ahâli! Allah'a koşunuz. Allah'a ilticâ ediniz. İnsanlardan, dünyadan, kısacası Allah'tan gayrı ne varsa hepsinden kaçınız. Allah'a sığınınız. Zahiren onlarla olunuz fakat kalplerinizle Allah'a yöneliniz. O'na bağlanınız." Gözlerimden pıtır pıtır yaşlar dökülüyor o an yorgun ellerime, sanıyorlar ki babamın ağzından çıkan sözlere ağlıyorum, aslında bütün yaz Tatilya'ya gitme hayaliyle gece gündüz çalışıp o hayali babası tarafından elinden alınmış bir çocuğun kırık kalbine ağlıyorum, hepsi bu.

İki

Çakı gibi delikanlıyım, biraz da hızlıyız. Sanıyoruz ki ölmek yok bize, haliyle korkmuyoruz. Gece gündüz İstanbul'un karanlık sokaklarında bela dedikleri zorbayı kovalıyoruz.

İşte tam o günlerde sıkı bir kurşun yedim, kalbimin tam üzerine, yakın mesafeden. Ama ne kurşun, tepeden tırnağa titriyorum, anlıyorum ki dünya dedikleri yerde; korku varmış, ölüm varmış, acziyet varmış. Her sabah güneş doğuyor, saçımı tarayıp evden çıkıyorum, okula gidiyorum, giriş kapısına yakın bir yerde erketeye yatıyorum. O, okula giriyor ve güneş tekrardan doğuyor. "Allah'ım" diye bağırıyorum içimden "Allah'ım seni ve yarattıklarını çok seviyorum." Peşinden bir Ah Muhsin Ünlü dizesi yetişiyor imdadıma: "Rabbim kız okula geliyor, yaşasın cumhuriyet!"

Ertesi yıl aynı sınıfa düşüyoruz. Yine içimden sesleniyorum: "Allah'ım ben bu güzelliğe şahit olmayı hak edecek nasıl bir iyilik yaptım, nasıl bir dua aldım ki tarihin bu leylak kokan sayfalarına ismimizi beraber yazdın?" Sanırım babamın dizinin dibinde dinlediğim sohbetlerin nuru, annemin teşvikiyle kandil geceleri sabaha kadar süren zikir meclislerinin, bazen isteksizce kalktığım gece namazlarının güzelliği daha henüz bu dünyadayken beni bulmuştu.

"Memnun oldum ben de Gökhan" diyorum ama; "Sizi tanıdığım günden beri hayatımdaki hiçbir şeyin önemi ve anlamı kalmadı, bana istediğiniz gibi seslenebilirsiniz" diyemiyorum.

O zamanlar bu MP3 çalar dedikleri aletler yeni çıkmış, heves ettik, şiir filan da yazıyoruz tabii, Nazım'ın, Attila İlhan'ın, Necip Fazıl'ın şiir albümleri var, niyetim onları MP3'e atıp sokağında, evinin karşısında dinlemek. Ama bizim evde var beş nüfus, babam cumhuriyetin sadık memuru, okulda patates ekmek yemekten içim kurumuş, ucuz yollu olsun diye Doğubank'a gidip Çin malı bir MP3 çalar alıyorum.

Şişhane'ye değil ama Kurtuluş'a fena halde yağmur yağıyordu. Kimse görmesin diye MP3 çalarımı ceketimin iç cebinde saklıyorum, kulağımda Attila İlhan: "Sen benim şiirlerimi okudukça ağlayacaksın/Seni hiç görmeseydim seni keşke hiç görmeseydim/Şu benim iki gözüm aksalardı kıpkızıl kör olsaydım/Sacre-coeur'de armonik çalsaydım dilenseydim/Seni hiç görmeseydim ismini hiç duymasaydım/Belki kendime göre rezilce saadetlerim olurdu."

Ensemde bir ses: "Ver bakayım ne dinliyorsun", arkamı dönüyorum, Allah gözümden ve gönlümden bazı perdeleri kaldırmış olacak ki bir meleği görüp işitebiliyorum. Utana sıkıla cebimden ucuz müzik çalarımı çıkartıyorum, "Yeni mi aldın" diye soruyor, kulaklıkları kulağına takıyor ama adım gibi biliyorum ki bütün çabasına rağmen şiirden anlamıyor. Kalbimi kırmamak için; "Güzelmiş, güle güle kullan" deyip elime tutuşturdu o plastik paçavrayı, ardından kendi kulaklığını taktı, parlak siyah bir müzik çalar, abisi Amerika'dan getirmiş. Sonra arkasını dönüp gitti, ertesi gün de gitti, ertesi hafta da, ertesi ay da, ertesi yıl da ve o günden bugüne kaç gün varsa durmaksızın arkasını dönüp gitti…

Üç

İnsanı zor olan biçimlendirir, şekil verir. Kayıplarla, fedakârlıklarla, olmayanla bir form alıp ruh kazanırız. 'Yetmeyen' temelde bir aşama ve olgunluktur bizim için fakat süreç içerisinde insan buna kör ve sağır kesilir. Olmak istediği benlik ve mevcut benliği arasındaki uçurumu görüp aceleyle buna karşı duygusal yahut fiziksel tepkiler geliştirilir. Aşırı tepki gösterenler kaybederken, "ya sabır" diyenler bir zaman sonra ödülünü alır.

Çokluk şımartır, hantallaştırır, nereden gelip nereye gittiğinizi unutturur, Yaradan'la aranıza engeller koyar, bir yerden sonra "ben" demeyi sıklaştırır, sizi dünyada kalıcı olabileceğinize inandırır, hakiki güzelliği unutturup sizi üretilmiş sahte formlarla kandırır, sesiniz çok çıkar, boynunuz dik gezmeye başlarsınız, güç denildiğinde aklınıza maneviyat değil maddiyat gelir, hayat becerilerinizi zayıflatır, çokluğun olmadığı her yerde yaşayamaz hale gelirisiniz ve yenilirsiniz.

Şimdiki çocuklara, anne ve babalara bakıyorum. Ebeveynlerin genel şikâyeti çocuklarının ders çalışmaması, hayatı umursamaması, büyüklerine saygı duymaması ve teknolojiyle fazla içli dışlı olması. Terapilerde onlara şunu soruyorum: "Bu çocuk neden ders çalışsın, neden size saygı duysun ve vaktini teknolojik aletler yerine sizle geçirsin ki?" Ebeveynlerin; "Ama hocam"la başlayan cevaplarının büyük çoğunluğu altı boş ifadelerden oluşuyor çünkü temelde biliyorlar ki asıl problem çocuklarında değil, çocuklarını yetiştirdikleri iklimde.

Hangi gelir grubuna mensup olursa olsun artık aileler çocuklarının gereksiz ihtiyaçlarını, temel ihtiyaçmış gibi görüp ona göre hareket ediyor. Haliyle çocuk hayatını temel ihtiyaçlarının üzerine değil, gereksiz ihtiyaçları üzerine koyup anlam dünyasını buna göre şekillendiriyor. Geçtiğimiz günlerde sevdiğimiz bir kardeşimizin annesinin mevlidi okutuluyordu, büyükler koltukta otururken çocuklar da ortalık yerde dolanıyordu. Sonra çocuklardan bir tanesi annesinin çantasından tabletini kapıp geldi, salondaki çocuklar da bu durumu görüp babalarının paçalarına yapıştılar telefon için. Sonra hepsi yan yana dizilip gerçeklikten koptular. Bu hususta suç çocuklarda mı yoksa anne babalarında mı? O akşam teknolojiye gömülen çocuklar; ölü evi ziyaretini, ziyarette takınılması gereken tavırları ve işleyişi bir daha kimden ve nasıl öğrenecekler?

"Aman üzülmesin, yemeğini yesin, ağlamasın, kimseden geri kalmasın, biz yokluk gördük o görmesin" düsturuyla yetiştirdiğimiz, bir dediğini iki etmediğimiz, korunaklı fanuslarda yetiştirdiğimiz çocuklara en büyük kötülüğü biz anne babalar yapıyoruz, onların hayat becerilerini baltalayıp hayatla mücadeleyi bilmeyen, sürekli birilerine bağımlı, varlık denizinde boğulmuş çocuklar yetiştiriyoruz ama şu an bunun farkında bile değiliz.

Bitirirken söyleyelim: Zamane çocuklarının her şeyi var, anne babaları hariç.

BİZE ULAŞIN