Beytullah Çakır: Batı kendini İslam karşıtlığıyla tanımlıyor

Batı kendini İslam karşıtlığıyla tanımlıyor
Giriş Tarihi: 16.5.2018 10:05 Son Güncelleme: 17.5.2018 14:51
Yaklaşık iki asırdır gündemimizi en çok meşgul eden kavramların başında geliyor Batı, Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma… Her kesimin kendi zaviyesinden değerlendirdiği bu kavramlar üzerinde hâlâ bir mutabakat sağlanabilmiş değil. Batı’ya dair yaklaşım farklılıklarının oluşturduğu tartışmalar günümüzde de bütün sıcaklığıyla devam ediyor. Söz konusu tartışmaların ne olduğunu, neden kaynaklandığını Yıldız Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Okur ile konuştuk. Okur, Batı’nın aslında belli tarihsel dönemlerde çeşitli muhtevalarla inşa edilmiş bir kavram olduğunu söylüyor.

MEHMET AKİF OKUR KİMDİR?

Prof. Dr. Mehmet Akif Okur, 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde, "Hegemonya Yaklaşımları Çerçevesinde Bir Dış Politika Aracı Olarak İnsan Hakları" başlıklı çalışmasıyla yüksek lisansını, "Hegemonya ve İmparatorluk Tartışmaları Bağlamında Irak Savaşı'nın Politikası" başlıklı teziyle de doktorasını tamamladı. Yüksek lisans ve doktorasını yaptığı süreçten başlayarak, geçtiğimiz yıla kadar Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde çalışan Okur, şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı olarak görev yapıyor. Uluslararası politik ekonomi, ABD dış politikası ve Türkiye, Ortadoğu/Türkistan coğrafyaları, medeniyet tartışmaları ve tarihi Türk kimliği meseleleri üzerine çalışmaları bulunan Okur, evli ve iki çocuk babasıdır.

Batı nedir sorusuna oldukça farklı cevaplar verildiğini görüyoruz. Bu farklı tanımlamaların ciddi bir kafa karışıklığı yarattığı da muhakkak. Peki, Batı deyince ne anlamamız gerekiyor?

Uluslararası siyasetten kültüre kadar çok çeşitli alanlarda karşımıza çıkan Batı, tarihsel olarak farklı dönemlerde değişik muhtevalarla inşa edilmiş bir kavram. Karşımızdaki son çehresinin temel çizgileri, II. Dünya Savaşı'nı takip eden yılların ürünüdür. Savaşın galipleri, Avrupa ve Amerika'yı NATO, AB, BM gibi birtakım ortak kurumlar etrafında buluşan ortak bir medeniyet dairesinin parçaları olarak kurguladılar. Söz konusu tasarımın öngördüğü kimlik tasavvuruna uygun bir düşünce ve kültür tarihi yazımı süreci yaşandı. Bu inşaya rengini veren seküler perspektif, Eski Yunan'a uzanır, Batı'nın tarihini demokrasi, insan hakları, piyasa, modernleşme gibi belirli fikirler ve bunlarla bağlantılı değerler üzerinden yazar. Ayrıca dinin kültürleşmiş halini de Hıristiyanlık ve Yahudiliğin mirasını bir arada anarak bu kimlik tasarımına ekler. Oysa çok değil, 100 yıl geriye gittiğimizde bugünkü içeriğiyle ABD ve Avrupa'yı birleştiren ve yaygın olarak kabul gören bir Batı tasavvuruyla karşılaşmayız.

100 yıl öncesinde neyi karşılıyordu Batı?

Örneğin I. Dünya Savaşı öncesine dek Amerikalılar, kendilerini Avrupa'nın temsil ettiklerinin anti-tezi olarak görmüşlerdir. Amerika, bu dönemlerde Amerikalılar için Avrupa'nın çürümüşlüğünden, kokuşmuşluğundan kaçıp yeni hayatlar kurdukları topraklardı. Amerikalılar, Avrupalılarla aynı dini ve tarihsel kökleri paylaşmalarına rağmen kendilerini aynı dünyanın parçası saymıyorlardı. Amerikan intelijansiyasından Walter Lippmann gibi isimler, ortak "Batı medeniyeti " vurgusunu ancak "eski dünya"yı temsil ettiği düşünülen Avrupa'da, I. Dünya Savaşı'na girildiği esnada yapmaya başlamışlardır. Bu kalemlerin elinde Atlantik okyanusu, ABD'yi Avrupa'dan koruyan bir kalkan olmaktan çıkıp "Batı medeniyetinin" iç denizine dönüşmüştür.

Amerika ortaya çıkmadan evvel Avrupa kıtasını Batı bloku olarak değerlendirebilmek mümkün mü?

Biraz daha geriye gidelim ve bahsettiğiniz dönemlerde Avrupa ne haldeydi, kimler kendilerini Batılı sayıyorlardı diye bir bakalım isterseniz. Örneğin, Napolyon Savaşları'nı takip eden daha yakın zamanlarda bile "Batı"nın İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz gibi ülkeleri içine alacak biçimde kullanıldığını görürüz. Bu yıllarda Batı, esasen Batı Avrupa'dır. Batı'nın despotizm ve otoriteryanizmle özdeşleştirdiği Doğu Avrupa'da Rusya, Avusturya ve Prusya gibi güçler vardır. Aynı dönemlerde Almanlar ise kendi konumlarını Orta Avrupa olarak tarif ederler. Yani bir tarafta Fransa, İngiltere gibi ülkeleri yan yana sayan bir tasavvur, diğer tarafta ise Rusya ve diğer otoriter yönetimleri aynı parantezin içine alan başka bir aidiyet tanımı vardır. Ayrıca, bu ikisinin arasında kalan ve kendisini Orta Avrupa olarak tarif eden ayrı bir yaklaşım da mevcuttur. Dolasıyla Batı'nın neresi olduğuna dair siyasi algılar, bırakın uzun dönem tariflerini, geçtiğimiz 100-150 yıllık zaman dilimi içerisinde bile önemli dönüşümler geçirmiştir.

Bugün Batı dediğimizde ise zihnimizde daha ziyade seküler şekilde inşa edilmiş bir kavram canlanıyor. Şüphesiz bu durum; Aydınlanma, Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali vs. gibi pek çok dinamikle açıklanabilir. Özellikle 1789 Fransız İhtilali'ni takiben Batı'da iktidarların sekülerleşme sürecindeki hızlanma, bu hususta belirleyici bir rol oynadı.

Bahsettiğiniz bu son inşada Batı'nın, Yahudiliği de kendine eklemlediğini görüyoruz. Bir nevi Yahudi-Hıristiyan ittifakı durumuyla karşı karşıyayız. İslamiyet ise tamamen dışarda bırakılmış durumda. Batı'nın buna rağmen kendisini yeni dünyanın tek hâkimi gibi gösterme iddiası gerçeği ne kadar yansıtıyor?

Elbette yansıtmıyor. Batı düşüncesinin önemli isimlerinden Arnold Toynbee, II. Dünya Savaşı sonrasına denk gelen olgunluk çağında Medeniyet Yargılanıyor kitabını yazarken bu doğrultuda bir tasavvur için önemli bir ipucu bırakır. Toynbee kitabında Batı medeniyetinin hastalıklarına da değinir. Bunların en önde gelenleri arasında ırkçılığı gösterir ve Batı'nın bütün kudret ve başarılarına rağmen ırkçılığı yenemeyişinden ve gelecekte ırkçılığın yıkıcı sonuçlarıyla yeniden yüzleşeceğinden söz eder. Toynbee'ye göre bu gerçekleştiğinde Batı'nın yapması gereken şey, doğacak çatışmaları tolerans ve barış doğrultusunda çözebilmek için tarihte ırkçılığı yenebilmiş tek medeniyet diye nitelediği "İslam ruhuna" başvurmaktır. Irkçı partiler yükselirken Avrupa'nın izlediği siyaset, bu öğüdün dikkate alınmadığını gösteriyor.

Teoman Duralı da Çağdaş Küresel Medeniyet kitabında; Batı'ya karşı en güçlü ve sağlam alternatifin İslam medeniyet anlayışı olduğunun altını çizer. Bunun Batılılar tarafından da çok iyi bilinmesinden ötürü İslamiyet'in bu denli düşmanlaştırıldığından bahseder.

Şu nokta önemli. Değişmeye razı olarak kabullenme, kabul eder görünürken asimile etmeye çalışma yahut tamamen dışarda sayarak ötekileştirme birbirlerinden farklı tavır ve stratejilerdir. Batı'da Yahudi meselesinin evrim süreci, bu açıdan önemli bir örnek teşkil ediyor. Avrupa'da hâkim tarih yazıcılığı geleneği, ihtilaller dönemine kadar Yahudiliği kucaklayan bir perspektife sahip değildi. Daha sonra, toplumsal hayatı şekillendiren güç dengelerindeki değişimin katkılarıyla, tarih seküler merceklerle yeniden yazılırken Yahudiler de Batı parantezinin içinde önemli bir mevkiye yerleştiler. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde "Batı medeniyeti" tasavvurunun yeniden kurgulanışı, bu bakımdan bir dönüm noktası. Ancak, benzer nitelikte güçlü bir arayış genel olarak Müslüman dünya, Türkiye ile ilişkiler bakımından hiç söz konusu olmadı. Fikir adamları düzeyinde istisnalar bulunmakla birlikte, yürütülen tartışmalar, Batı medeniyetinin verili kalıplarına uyumun mümkün olup olmadığı meselesiyle sınırlandı. Bazı dönemlerde daha az vurgulansa bile, Türkiye'nin "tarihsel ötekilik" vasfı zihinlerdeki yerini hep korudu. Nitekim günümüzde de Batı, İslamofobinin yükselişine paralel olarak çehresini yeniden tarif sürecine girmiş bulunuyor.

Geldiğimiz noktada Batı dünyasının sonunun yaklaştığı söyleniyor kimi çevrelerce. Siz bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu sorunuza cevap vermek için dünya, medeniyet ve millet kavramları arasındaki ilişki ve farklılıklara dikkat çekmek gerekiyor. Dünya ile somut tarihsel formları değişiklik arz eden, devlet yapılarını aşkın bir ilişki, dayanışma ve ilerleyen safhalarında yönetişim/yönetim sistemini kastediyoruz. Dünyalar, yeni inşa edilebilecekleri gibi daha önce var olmuş, sonra parçalanmış bir dünyanın tarihsel mirası üzerinde de yükselebilirler.

Dünyalar, medeniyetlerden ve milletlerden başlıca şu açılardan farklılık arz eder. Dünyaların varlığı, iletişim, dayanışma ve yönetişim ağlarının canlılığıyla bağlantılıdır. Milletlerin ve ortak bir medeniyete mensup olan fakat değişik milletlerden oluşmuş toplulukların ise muhtelif sebeplerle farklı dünyaların gönüllü/zoraki parçaları olmaları ve "medeniyetdaşları" ile fiili iletişimlerini koparmaları mümkündür. Dünyalar, hâkim bir milletin/medeniyetin liderliğinde varlık kazanırlar ancak, özellikle imparatorluk ya da sıkı ittifak ilişkilerine dayalı örgütlenme formları etrafında hayat bulduklarında, muhtelif medeniyet kimliklerinden bazı unsurları da rızalarıyla yahut zorlayarak parçaları haline getirebilirler.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde inşa edilen Amerikan hegemonik sistemi, Batı'yı bir kurumlar ve ittifaklar sistemi etrafında fonksiyonel bir dünya olarak teşkilatlandırdı. Sorunuzda geçen "çözülme" vurgusuyla kastedilenin, büyük ölçüde bahsettiğimiz fonksiyonel dünya ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu dünyayı bir arada tutan bağlar gevşerken Batı'nın bileşenleri, yeni stratejiler ve ilişkilerle yollarını çizecekler.

Batı karşısında biz kimiz sorusuna aynı sistematikle yaklaşırsak nasıl bir cevap bulabiliriz?

Biz de bir zamanlar kendi dünyamızın merkeziydik. İlk dünyamızı Türkistan'da inşa ettik, ilk çözülmeyi de orada yaşadık. Parçalanan dünyamızın bazı unsurları, ön Asya'ya göç ederek yeni bir dünya devleti kurdular. Selçuklu- Osmanlı asırlarında Türk tarihi, bir dünya devletinin tarihiydi. Eski dünyamızın kurulduğu coğrafyada, farklı devletlerin çatıları altında kalan akrabalarımızla olan bağlarımızı da zaman zaman "dünya" tanımının içerdiği dayanışma düzeylerine yaklaşan ilişkilerle sürdürdük. 20'nci yüzyılın başındaki büyük yeryüzü yangınında dünyamız çöktü ancak yitirdiğimiz dünyamıza ait hatıralar tarihsel psikolojimizdeki canlılığını koruyor, bazı önemli bağlantı ve köprüler de hâlâ ayakta. Vaktiyle bir dünyanın merkezi olmanın ürettiği hafıza ve psikoloji sebebiyle de başka bir dünyanın tali parçasına dönüşmeyi kabullenemiyoruz. İmkânlarımız ve dünya dengelerinin mahiyeti ise şimdiye kadar yeni bir dünyanın inşasına elvermedi. Bu durumun ürettiği gerilim, hem Batı hem de Doğu ile ilişkilerimize aksediyor. Muhataplarımız da durumun farkındalar.

Batı, bu mirasçılıktan sıyrılarak kendilerine yönelmemizi istiyor sanki.

Evet, bunu isteyen geniş bir çevre var ama şimdiye kadar, reddi mirasa dayalı yönelişlere verdikleri destekten bekledikleri sonuçları alamadılar.

Ülkemizdeki kimi Batıcıların kimliksizleşme pahasına da olsa Batı'ya yönelmeyi savunmalarını nasıl açıklayabiliriz?

Kısaca tasvir etmek zor zira çok uzun bir hikâye bu. Dünyamız çökmekte, yenilgiler birbirini kovalamaktaydı. Galipler kuvvetliydi. "Ne yapmalıyız" sorusuna türlü cevaplar arandı. Yenilenme gayretleri ve arkası kesilmeyen reformlar, uzun devlet tecrübemizin doğal refleksleriydi ancak dünyamızla birlikte özgüvenimiz de eridi. Hafızamız, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan bu süreçteki idrak değişimlerini, sarsılmaları gösteren sembol ifadelerle dolu.

Avrupa'yı sarık ve cübbesiyle adımlayan Hoca Tahsin Efendi'nin meşhur şiirinde belirttiği gibi; "Paris'e git hey efendi/Aklın fikrin var ise/Âleme gelmiş sayılmaz/Gitmeyenler Paris'e." Yahut, Ziya Paşa'nın hazin tasviri gelir akla: "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm." Ya da, Tanzimat'a yönelik eleştirilerde sıkça atıf yapılan, Fuat Paşa vasiyetnamesindeki şu satırlar: "Bendenizce Bâbıâli'yi İngiltere'nin dostluğundan mahrum görmektense birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir." Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bugün bunları, daha uzaktan ve serinkanlılıkla tahlil imkânına sahibiz. Amansız güç dengeleri arasında ayakta kalma gayretlerini, doğruları ve yanlışlarıyla daha sağlıklı muhasebe edebilecek bir noktadayız. Şunu görüyoruz; başlangıçta galip Batı'ya bütünüyle intikal etmeyi hal çaresi sayanlar, ancak konjonktüre göre güçlenebilen küçük bir azınlıktı. Müstakil bir özne halinde tarihi yolculuğumuza devam için yenilenme isteyenler çoğunluktaydılar. Uygun reçetelerin peşindeydiler. Reformları hem destekliyor hem de sonuçlarına göre eleştiriyorlardı.

Kimdi bunlar?

Zamanın milliyetçi ve İslamcı düşünürlerinde bu yaklaşımı görmek mümkün. Şu meşhur, "Batı'nın ilmi mi, kültürü mü" tartışmalarının olduğu dönemler. Batı ile temasın ihtiyaç olduğu görülüyor fakat müstakil varlığımızı sürdürmemize yetecek kadar değişim isteniyor.

Cumhuriyete geçiş, devlet elitlerinin eğitim, toplum ve kültür hayatında Batılılaşmayı esas aldıkları bir dönemin kapılarını açıyor. Özellikle pozitivizmin eğitim ve fikir hayatımız üzerindeki tesiri, tarihi Türklüğün, Müslümanlık idrakine dayalı kültür atmosferimizde yarılmalara sebebiyet veriyor. Büyük kavgaların yaşandığı bir döneme giriyoruz.

Bu da beraberinde yepyeni tartışmaları getirdi değil mi?

Hem tartışmaları hem de yeni formülleri getirdi beraberinde. Modernleşme ve Batılılaşma ayrımı, bunların en meşhurudur. Erol Güngör'de sıklıkla karşımıza çıkar. Bilginin, teknolojik gelişme ve sanayileşmeye imkân verecek şekilde örgütlenmesinin neticesi olarak görülen modernliğe Batılılaşmadan ulaşmak mümkündü. Bu süreç, Batı'da toplumsal zemine sahip doğal bir evrimle "halk için, halkla beraber" gerçekleşmişti. Türkiye'de ise, meseleyi Batılılaşma zarureti olarak gören bürokrasinin "halka rağmen halk için" yaklaşımı, problemin kaynağıydı. Meseleyi şöyle özetliyordu Güngör: "İlericilerin bize medeniyet diye gösterdikleri şeye uymak için Türklük ve Müslümanlıktan değil, alelade insanlıktan çıkmak gerekir ama insanlara daha çok huzur ve refah verecek bir yaşam seviyesine ulaşabilmek için Türk ve Müslüman oluşumuz en büyük avantajı teşkil ediyor."

Nitekim, Güngör'den çok sonra, 1990'lar ve 2000'lerdeki alternatif modernlikler/çoğul modernlikler tartışmaları bu perspektifi farklı örnekler üzerinden dünya sosyolojisinin gündemine taşıdı. Günümüzde Çin gibi yükselen güçlerin modernlik deneyimleri bu kavramsal çerçevelere atıflarla anlaşılmaya çalışılıyor.

Batılılaşmadan modernleşmek meselesi yani.

Evet. Tarih boyunca farklı medeniyet havzaları arasında sürekli alış verişlerin yaşandığını görüyoruz. İşlevsel müesseseler ve teknolojiler rahatlıkla el değiştiriyor, yeni sahipleri tarafından geliştiriliyor ve yeni hedefler için kullanılıyor. İslam tarihinde, Hz. Ömer'in Sasani döneminden kalma toprak sistemine ait unsurları vergi sistemi için kullanışını hatırlayın. Topun Çin'den Avrupa'ya ve Türk ordusuna uzanan macerası, bu esnada geçirdiği teknik ve işlevsel dönüşümler, ilginç örnekler arasında. Söz konusu serbest alış-verişler, elbette 19-20'nci yüzyılın deneyimlerinden farklı. Öncelikle, değişimin alanları ve hızı sınırlı, ayrıca mağlubiyet psikolojisi altında gerçekleşmiyorlar. Yine de, farklılık/özgünlük şuuru korunarak dünyalar arasında nasıl temas kurulabileceğine dair ipuçları barındırıyor içerisinde.

Bu çerçevede bünyemize kattığımız yeniliklerle dünyamızın merkezi olmayı başarmışız.

Evet ama bu meseleleri konuşurken iki büyük zihni/psikolojik kaçışın yaşandığını söylememiz gerekiyor. Bunlardan biri tarihe kaçış. Tarihin aynen bugüne intikalini isteyen ve mümkün gören bir muhafazakâr refleks. Diğeri de geleceğe kaçış. Gerçekleşip gerçekleşemeyeceği meçhul, ütopik bir geleceğe sığınma hali. Örneğin geleceği beklenen komünist devrim.

İki yaklaşım da sizi hali hazırdaki gerçeklikten koparıyor. Makul tavır; tarihe açık, gelecek ufkuna sahip ama ayakları sağlam biçimde şimdiki zamana basabilen bir konum inşa edebilmek. Bunu başarabilirseniz, geçmişten kopuş psikolojisine kapılmadan hali hazırdaki problemlerinizi çözersiniz. Şöyle bir yere doğru gitmek istiyorum, şuradan geliyorum, karşımdaki problem budur, bunu gitmek istediğim yön doğrultusunda şu şekilde çözebilirim. İstikamet sahibi olmak, nereden geldiğini bilmek, problemle yüzleşmek, onu çözüp yoluna devam etmek gerekiyor.

Bunu neden kaybettik sizce?

Devletlerin ve milletlerin tarihlerinde belirli kırılma ânları olur. Bunlar iç gailelerle yahut işgallerle gerçekleşebilir. 20'nci yüzyılda biz büyük bir yenilgi yaşadık ve dünyamızı kaybettik. Dünyamızı kaybettikten sonra da beka kaygısı peşimizi bırakmadı. Mağlubiyet dönemimize denk düşen güç dengesizliğinin dünya tarihinde başka bir emsali yoktu.

Tarihi istatistiklere göre; 1914'te dünya sanayi üretiminin yaklaşık yüzde 95'i Avrupa ve Amerika tarafından gerçekleştirilmişti. Düşünün biz, bütün Afrikalılar, Asyalılar, Latin Amerikalılar yüzde 5'lik bir sanayi payına sahibiz o dönemde. I. Dünya Savaşı'na girilirken en az bir defa Batı tarafından kolonize edilmiş coğrafyaların yeryüzüne oranı yüzde 84.4'tü. 1918'e gelindiğinde Osmanlı Devleti de tasfiye ediliyor ve bu oranın yüzde 90'lara ulaştığını görüyoruz. İnsanlık tarihinde kuvvet ve zenginliğin belli bir dünya, medeniyet havzası lehine bu kadar biriktiği başka bir zaman dilimi yok. Biz tarihi mağlubiyetimizi böylesine emsalsiz şartlar altında tattık. O şartların psikolojik ikliminde düşünenlerle, Batı gücünü dengeleyecek değişim süreçlerinin içinde yaşayan bizlerin ruh hallerini eşitlememeliyiz.

Bugün nasıl bir dünyadayız peki?

Gücün coğrafi dağılımının dengelenmeye başladığı bir dünyadayız. Örneğin Çin, Mao'nun Kültür Devrimleri'nin yanlış olduğunu kabullenip Konfüçyanist öğretiye geri dönüyor. Keza, Rusya da tarihsel psikolojisinden güç devşirmeye çalışan bir ülke durumunda bugün. Kremlin etrafında yeni yükselen çar heykelleri, iyi hesap edilmiş bir sembolizmin ifadesi. Bu güçler, Batılılaşma/modernleşme süreçlerinde geleneksel çehrelerinden ne denli kopmuş, ne kadar farklılaşmış olsalar da çağdaş kimliklerini Batı'dan ayırt edecek yeni bir tasarım yapmak mecburiyetindeler çünkü bir mücadeleye giriyorlar. Bu mücadelede başarı şansı yakalayabilmek için öncelikle farklı ve bağımsız bir aktör olarak sahneye çıkabilmeniz lazım.

Gücün coğrafi dağılımının dengelenmesinden bahsettiniz az evvel. Kurulmakta olan bu güç dengesinde Türkiye terazinin neresinde duruyor?

Çin, Rusya, Almanya, Japonya gibi güçlerin geldikleri yere ve ilerlemekte oldukları doğrultuya baktığımızda Türkiye, tarihin geleceğe düşen gölgesindeki eksik parça. Yeryüzündeki en büyük güç boşluğu alanı ve doğal olarak da mücadele sahası, yıkılan tarihi dünyamızın coğrafyaları. Bu coğrafyaların merkezindeki en güçlü ülke Türkiye. Tarihsel psikolojisinin hususiyetleri, bilginin pratik ihtiyaçlar için örgütlenişi, teknolojiye dönüşümü ve sanayileşme meselesinde kat ettiği mesafeyle önemli bir potansiyele sahip.

Batı'yla yaşadıklarına benzer tecrübelerle Doğu'ya doğru yönelişinde de karşılaşacak oluşunun sebepleri arasında bu nitelikleri de yer alıyor. Türkiye'nin tarihsel psikolojisi, nasıl Batı'yla uzun temasına rağmen Batı kulübünün itaatkâr bir parçası olmasına elvermemişse, aynı şey Doğu ile kurduğu münasebetlerde de kendisini gösterecektir.

Tarihsel psikolojimize uygun bir inşaya başarıyla yönelişin ise bazı temel şartları mevcut. Bu doğrultudaki büyük adımları siyasetin enerjisi olmaksızın atabilmek de, meseleyi yalnızca siyasi rekabet ikliminin argümanları üzerinden okumak da imkânsız. Bu alanın haricinde mutabakat ve iletişim zeminlerinin inşası, ayrıca serinkanlı bilgi üretim süreçlerinin genişletilerek işletilmesi gerekiyor. Hedeflerin maddi şart ve imkânlarla uyumunu temin için güç kaynaklarının artırılması ihtiyacı ise olmazsa olmazlar listesinin üst sıralarında yer alıyor. Dışımızdaki dinamiklerin derinlemesine ve sürekli tahlilini de unutmamak lazım ancak bunlar, müstakil bahislerin konusu.

BİZE ULAŞIN