Mustafa Akar: Bir apartman inşa etmek

Bir apartman inşa etmek
Giriş Tarihi: 13.9.2017 13:14 Son Güncelleme: 15.9.2017 15:08
Apartmanları özgürlüğü elinden alınmış insanların mekânı gibi görmeye yatkınız. Hepimizin bir numarası var. Sekiz numaradaki sarhoş, üç numaradaki huysuz, on dört numaradaki adam ve diğerleri. Apartmanın kurallarına uyanların büyükçe bir kısmı şehirde yaşamanın da kurallarına uyarlar zamanla. Şehir demek apartman demektir çünkü.

Türkiye'deki hayatımız ilk ne zaman konsantre bir hal aldı tam olarak bilmiyorum ama apartmanların yaşamımıza girişini yakından gözlemlemeye çalışmışımdır önceden beri. Özellikle serbest piyasa ekonomisine geçtiğimiz günlerde Türkiye, dev bir şantiyeyi andırıyordu. Göz alabildiğine her yer ya inşaat alanı yahut yeni bir inşaatın hayaliyle doluydu. Yeni yollar yapılıyor, yeni mahalleler kuruluyor, şehirler bir şekilde renk ve şekil değiştiriyorlardı. Çocukluğum toprak yollarla dolu sokaklarda geçti. Evimizin balkonundan uzansam kiraz ağaçlarına, fındıklara dokunabilirdim. Tüm bunlar 90'larda yok olmaya başladı birer birer. Şehirliler işin kanunu bu diyorlardı. En azından köylerine dönebileceklerini düşünüyorlardı çünkü. Oysa hiç de öyle olmadı. Şehirler yayılmacı politikalarla köyleri de birörnek beton yapılarla doldurmanın temsilini oluşturdular.

Evet, çevremizde yapılar değişiyordu. Yeni yeni kavramlarla tanışıyorduk. Asfalt, arsa, inşaat ve bilumum kavramların arasında kendi çocukluğumuzu yaşamaya çalışıyorduk. Büyüklerin tamamlanmaya yaklaşmış yeni ev hayalleri bizim için de kocaman bir oyun sahası demekti. Mesela inşaatlardaki hortumlardan silah yapılıyordu. Elektrik tellerinden yeni icatlar düşünülüyor ve boş bir arsadaki karargaha depolanıyordu bu malzemeler. İnşaatlar hızla çoğalırken ağaçlar kesiliyordu. Tarlalar boşaltılırken çok mutluyduk, bambaşka bir hayat vardı önümüzde; renkli ve pırıl pırıl!

Tozdan topraktan kaçıp daha da yükseklere çıkacağımızı anlatıyordu apartmanlar bize. Kendi halinde, sade ama epey de katmanlı bir poetikası vardı. Kat kat daireler arasındaki bu yakın yaşam hepimizin hoşuna gitmişti. Daireler arasında hikâyeler gidip geliyordu artık. Daha korunaklı bir yapıydı apartmanlar. Bir dış kapısı vardı ve artık kapımızı kendi çekirdek ailemizin dışına örtebiliyorduk. Kendimizi hayatın ortasına dikilmiş bir kulenin içinde hayal ediyorduk böylece.

Bir siyasi akordur da apartman

Apartmanların boyu şimdiki kadar yükselmemişti ve bazılarımız bu üç dört katlı yapıların çevresine bir de üzüm asması dikiyordu. Asmalar hızla büyüyor ve bir yeşil huy olarak hâlâ kiremitleri görünen evimizin etrafını sarıp sarmalıyordu. Evet, köydeki evimizde olduğu gibi o asmanın altına uzanıp eskisi gibi sohbet edemiyor, kara kara çaylar içemiyorduk ama yine de asmamızla birlikte çok mutluyduk. Sonra balkon denilen canlıyla tanıştırdılar bizi. Bir evin balkonlu olması diğer apartmanlara göre tam bir ayrıcalıktı. Balkonu dev bir kanyonu andıran apartmanlarla, yandaki evin balkonuna yanlayan apartmanlar birbirleriyle dövüşürken, bundan galip çıkacak olan tabii ki asansörlerdi. O zamanlar köyünü şehre taşımaya çalışan insanlardık çünkü. Ortalama fikirlerimiz bile yoktu şehir hayatına dair. Biz kara Türkler. Muhakkak bir dedesi Çanakkale'de, bir dedesi Sarıkamış'ta şehit olmuş, Osmanlı'ya asker peyleyen dağlı halk. Sonraları öğrendik elbet yahut öğrettirdiler şehri köye de taşımayı.

Apartman ideolojisi de vardır. Bizimkiler dizisiyle birlikte çizilen bir siyasi akordur apartman. Sabri beyden kapıcısına kadar roller dağıtılırken siyasi bir düzlemin de ana hatları çıkartılır izleyiciye. Tam anlamıyla bir Türkiye hali midir, sanmıyorum. Alt katlar kendi çökük hayatları içinde kötü bir hayat yaşarlar. Sabri beye hayat çarpmıştır. Kapıcı zaten kapıcı olmaklığıyla açıkgözdür. Ama en üst katın sahipleri evlerinde klasik müzik dinlerler, 'Şeker' bayramında likör ikram ederler aile büyüklerine. Neredeyse senarist tarafından olumlu bir hikâyeye yönlendirilmiş ve apartman sakinlerinin de izleyicilerin de gönenmesi gereken karakterler olarak 'inşa' edilmişlerdir. Apartman ideolojisi apartmanlarla birlikte inşa edildi.

Çıkışları değil inişleri hatırlatır merdivenler

Camlardan bakmanın sanatını öğrenmek, katlar arasındaki esrarlı havaya alışmak… Bunlar zamanla olacak şeylerdi. Şehircilik denilen şey gelişiyordu. Yeni konut tipiyle birlikte yeni insan tipi de ortaya çıkıyordu. Mekân avlıyordu insanları. İnsanlar mekânı değiştiremiyor, mekân tarafından düzenleniyorlardı.

Her oda bir yalnızlık dörtgeniydi. Her oda bir yaşanmış bir hayatın remzi, resmi ve hatırasıydı. Neler yaşardık o odalarda. Ya da şöyle sorayım: Gözünüzü kapayıp doğup büyüdüğünüz evin odalarını hayal edebiliyor musunuz? Oradaki nesneleri mesela. El dikimi güzel, hafif kızıl bir halı yerde. Odanın kapısında muhakkak bir kilim vardır değil mi? Duvarlarda bir hançer de olabilir. Ölmüş dedemizin ya da bir yakın akrabamızın fotoğrafı da. Hemen yanında belki de bir ayna vardır ve muhakkak üzeri tülbentle örtülüdür. Çünkü eski insanlar evde açık aynayı sevmezler. Belki o aynanın hemen yanına sıkıştırılmış askerde bir oğul fotoğrafı da bulunabilir. Belki de sedirin ya da divanın hemen yanında bir sandık ve o sandığın üzerinde yorganlar. Akla hemen Melih Cevdet'in "Bir misafirliğe gitsem/bana temiz yataklar yapsınlar" şiirini getirir. Belki hemen pencerenin kenarındaki sehpanın üzerinde bir radyo vardır yahut teyp. Altında üstünde kasetler…

Her kapı bir sır, bir hikâyenin ayracı. Demir kapıların olmadığı zamanlardı pek tabii ki. Kapı ustaları en güzel hikâyeleri sırlamak için yaparlardı kapıları. Niyeyse aklımda o zamanki apartmanların kapıları hep kahverengi kalmış. Akşamları yan odadan gelen o nihavent şarkıları, pencereden sevdiğine el eden kızları, mahcup pencerelere uzanan delikanlı bakışları nereye yığmalı? Komşumuzun evinden gelen nihavent şarkı uzun zaman bırakmadı peşimi. Bana Bir Zalimi Leyla Diye Sevdirdi Felek. Aman Allah'ım nasıl içe işleyen bir şarkıydı ve udi Erol bey gecenin en derin bir yerinde muhakkak bu şarkıya geçerdi. Bir gün odasına girdiğimde duvarda koskocaman bir kadın resmi görmüştüm. Ne anlama geldiğini anlamam için Sevmek Zamanı filmini izlemem gerekiyormuş demek ki.

Neler yaşanırdı merdivenlerde. Üst üste dizildiğimiz, sıkıldığımız, sıkıştırıldığımız beton mağaralardaki geçişken yapıda. İnilirdi ve çıkılırdı da, aslında indiğimiz kendi mahzenimizdi. Düşselliğe bir damga basmak ister gibi inilirdi. Hele ki merdiveni üçer dörder çıkmanın mutluluğu. Sokak adı, ev numarası ve merdivenler… Bize ait olanın ne olduğunun belirlenmesi için oraya konulmuş simgelerdir aslında. Modernlik, bir merdivenden yuvarlanırken o kısacık anda, o korkulu anda düşündüğümüz şeylerden ibarettir. Merdivenler sonuçta insanın aklına kule tasallutunu getirecek kadar dinamiktir. Katların arasında bir 'Alice Harikalar Dünyası'nda hayali. Hatta o meşhur resimde olduğu gibi birbirinin içine düğümlenmiş merdivenler. Siz çıkmak dersiniz, benimse aklıma hep inişleri getirir merdivenler. Ve tam da o kımıl kımıl gidişleri anlatır Malte Laurids Brigge'nin Notları'nda R. M. Rilke: "O garip konutu daha sonra hiç görmedim. Çocuk olarak geliştirdiğim anılarda yeniden bulduğumda bir yapı değil artık o ev; tümüyle erimiş, içime dağılmış: Şurada bir oda, orada bir başka oda, buradaysa o iki odayı birbirine bağlamayan, içimde ayrı bir parça olarak kalmış bir koridor. İçimdekiler böyle dağılmış işte; odalar, törendeymiş gibi ağır ağır inen merdivenler, burula burula yükselen merdiven boşluklarında insanın karanlıkta, kanın damarlarda ilerlediği gibi ilerlediği daha başka merdivenler."

Modern mimari boşalttıkça boşaltmaktan yana

Evlerde yaşamaktan çok ev hayalinde yaşarız biz. Aklımızda hep bir yuva vardır. Bu çok ontolojik bir şey. Önce kendi alanımızı oluştururuz elbette. Kendimize alanlar oluştururuz. Bir hapishaneye de düşsek, bir hastaneye de yatsak hemen ortaya mahrem bir yer kurarız. Düşlem alanı ya da yuva. Bilmem bilir misiniz, namazda, oruçta kaza gerektiren 90 km, aynı zamanda bizim doğduğumuz topraklara göre yine bize şifa olabilecek besinlerin olduğu ve yetiştiği coğrafyadır. Kendi evinizin içindeki sınır da sizin şifa alanınızdır. Eskiden çok daha fazla eşya yığılırdı oralara. Şimdi modern mimari boşalttıkça boşaltmaktan yana. Oysa ezeli bir boşluğun etrafını sarıp sarmaladığımız ışıklardır yeni eşya ve insanı dışlayan, insanı sadece bir akisten ibaret kılan camsı yapılar, fanuslar ilh.

Apartmanları özgürlüğü elinden alınmış insanların mekânı gibi görmeye yatkınız. Hepimizin bir numarası var. Sekiz numaradaki sarhoş, üç numaradaki huysuz, on dört numaradaki adam ve diğerleri. Apartmanın kurallarına uyanların büyükçe bir kısmı şehirde yaşamanın da kurallarına uyarlar zamanla. Şehir demek apartman demektir.

Bir daha hiç bulamayacağımız hikâyelerin içinde yaşadık aslında apartman diye. Yeterince sevilememiş yerlerin özlemi gibidir; yeterince sevilememiş birisine duyduğumuz aşk gibidir. Penceredeki sima, terastaki halı, kafesteki kanarya.

BİZE ULAŞIN