Süleyman Arif Özkut: Osmanlı ve Batı'da 'öteki'

Osmanlı ve Batıda öteki
Giriş Tarihi: 12.4.2017 11:10 Son Güncelleme: 12.4.2017 11:10
Süleyman Arif Özkut SAYI:34Nisan 2017
Türklerin Anadolu’ya gelişiyle Bizans’ın baskıcı ve ötekileştirici politikalarından usanan Ermeni toplumu, bu yeni ve müsamahalı komşusuyla samimi ilişkiler geliştirdi. Selçuklular savaşlarda yıpranmış ve harap olmuş Anadolu’yu yeniden imar ettiler. Bir taraftan da hükümdarların yayımladığı peş peşe fermanlarla yerli Rumların bir süre vergiden muaf tutulması sağlandı ki bu, ötekini imha değil ihya maiyetinde bir icraattı.

Tarihte ilk siyasi organizasyonlar olan kent devletlerinden itibaren siyasi idareler, sınırları belli olan topraklar üzerinde kurdukları mülkiyet ve hegemonyayı öteki üzerinden tanımlarlardı. Yani egemenlik alanları ve mahiyeti buna göre şekillenirdi. Ayni olandan farklı olmak üzere öteki, sözü geçen medeniyetin kendinden olmayanı ayırt etme adına yaptığı bir sınıflandırmaydı. Bu şekilde bir tanımlamayla kültür, etnisite, dil ve dini inanış gibi farklılıkları vurgulamanın dışında, farklı bir siyasi organizasyona sahip insan kitlesinden bahsetmek de amaçlanıyordu.

Batı'nın ötekine tutumu

Roma'da barbarlar, ötekinin genel geçer adıydı. Örneğin Attila döneminde Hunlar, Kavimler Göçü sırasında ise Germen ve Got toplulukları olarak niteleniyordu öteki. Kendinden farklı olan topluluklara karşı tutumu genel olarak siyasi yapıdan gelen güce göre şekillenirdi Batı dünyasında. Özellikle bağlı olduğu siyasi oluşum farklı olduğunda göze batmaya başlayan öteki, sahip olduğu potansiyele göre ya 'rakip' olur yahut düşman addedilirdi. Ortaçağdan itibaren ise Avrupa'da kilise söylemini benimsemeyen, kilisenin belirlediği kurallara harfiyen uymayan herkes ötekiydi. Farklı olmanın bedeliyse kilise tarafından aforoz edilmek, türlü işkencelere maruz kalmak ve hatta öldürülmekti. Bazı kadınların cadı ilan edilerek yakıldığı, Galileo'nun dünyanın güneş etrafında hareket ettiğini iddia etmesinden ötürü başına gelenler hemen hemen hepimizin malumu.

Anadolu ve Ortadoğu merkezli Haçlı Seferlerini kaleme alan dönemin tarihçilerinden Süryani asıllı Urfalı Matios eserinde; Selçuklu Türk idaresinin farklı kavim ve dinden olanlara karşı tutumunun Haçlılarla kıyaslanamayacak derecede olduğundan bahsettikten sonra sözde kendilerini kurtarmaya gelmişken bölgedeki bütün ötekileri imha etmeye çalıştıklarını ekler. Hatta Hıristiyanların farklı düşünenlerini bile. Ardından Haçlılar gelmeden önce üç dinin insanlarının barış, huzur ve refah içerisinde yaşadıklarından dem vurarak seferlerin gerekçesi olarak ileri sürülen 'Müslüman zulmü'nün gerçek dışılığından bahseder.

İlerleyen süreçte Coğrafi Keşifler, Rönesans gibi gelişmelerin etkisiyle kilisenin geliştirdiği skolastik düşünce ve hâkim bakış açısı yıkılsa da Avrupa için değişmeyen bir şey vardı ki o da; farklı olana hiçbir şekilde saygı duymayan anlayıştı. 16'ncı yüzyılda İspanya Kralı Philip'in emriyle 'yeni dünya' olarak isimlendirilen Amerika'ya misyonerlik için gönderilen bir Katolik din adamının yazdıkları bizi bu konuda fikir sahibi yapmaktadır. Bartolome De Las Casas adlı din adamı İspanya kralına misyonerlik çalışmalarına dair bir rapor sunmalıdır. Fakat Casas gördükleri karşısında dehşete kapılır ve krala yeni dünyada gerçekte neler olduğunu şu şekilde anlatır. "İnsanlara bırakın Hıristiyanlığı anlatmayı adlarını bile soramıyoruz. Buraya gelen İspanyol komutanla vali insanlardan devamlı altın istiyor. Ahlaklarını, geleneklerini çiğniyor. Kafasına göre katliam yapıyor. Tanrı yardımcımız olsun ama ekselans, böyle giderse Hıristiyan yapacak tek insan bile bulamayacağız." Açık sözlü ve vicdan sahibi bir din adamı olan Casas, Portekizli denizci Cortez' in tek başına Aztek Medeniyeti'ni nasıl yok ederek koskoca bir Meksika'yı işgal etmiş olduğundan da bahseder ve tabii diğer insanlık dışı uygulamalarından da.

Avrupa'da dine yeni bir yorum getiren Reformist anlayış yeni mezheplerin doğumuna da zemin hazırladı. Liderliğini Martin Luther'in yaptığı Protestan inanç, koyu Katolik Avrupa'da farklı olana tahammülsüzlüğün yeni bir derecesini de gösterdi ki mezhep savaşları kıtayı kan ve gözyaşına boğdu. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu dünyanın rakipsiz gücü olarak bu mezhebi destekledi. Luther mezhebine kol kanat gerdi. İspanya'nın uzun yıllar sömürgesi altında bulunan Hollanda devletinde yaşayan Flamanların bu yeni mezhebe merak salarak katılmaları başlarına korkunç felaketler getirdi. Osmanlı'dan destek istemeleri üzerine yegâne koruyucuları yine Devlet-i Aliyye oldu. Akdeniz ticaretini Flamanlara açarak iktisadi olarak gelişmelerini sağlayan Osmanlı İmparatorluğu, yabancı ülke elçilerine verdiği mesajlarda da bu ülkenin ve Protestan halk kitlesinin destekçisi olduğunu açıkça ifade ediyordu.

Selçuklu ve Osmanlı'nın 'öteki'ne karşı tutumu

Türklerde eski dönemlerden itibaren var olan sınıfsız toplum yapısı, İslamiyet'in eşitlikçi anlayışıyla birleşerek kendinden farklı olanlara karşı daha özgün ve daha insani bir tutum geliştirilmesine sebep olacaktır. Bunun görülebileceği en tipik örnekse çok sayıda kültürü bünyesinde barındıran Selçuklu ve Osmanlı devletleridir.

8'inci yüzyıldan itibaren Bizans yani Doğu Roma hükümdarları üst üste çıkardıkları kanunlar ve aldıkları kararlarla Doğu Anadolu'daki Ermenilere dini baskı yapmaya başladılar. Ortodoks Hıristiyanlığın geçerli olduğu Bizans'a karşı Ermeniler bu dönemde Gregoryen mezhebine mensuptular. Devlet bu durumdan o kadar hoşnutsuzdu ki baskılar alınan yeni kararlarla topraklarından sürülmelerine hatta mezhep değiştirmeyenlerin katline kadar vardı. Anadolu'ya Türklerin gelişiyle Ermeni toplumu bu yeni ve müsamahalı komşusuyla samimi ilişkiler geliştirdi. Selçuklular savaşlarda yıpranmış ve harap olmuş Anadolu'yu yeniden imar ettiler. Bir taraftan da hükümdarların yayımladığı peş peşe fermanlarla yerli Rumların bir süre vergiden muaf tutulması sağlandı ki bu, ötekini imha değil ihya maiyetinde bir icraattı. Ve Anadolu'daki bir küçük beylik, istikrarlı ve farklı kültürlere karşı geliştirdiği müspet bakış açısıyla kendini gösterdi. Bu yeni beylik altı asır onlarca milletin beraber huzurla yaşadığı Osmanlı olacaktı.

Müsamaha yahut istilamet politikası

İlk kurulduğu devirden itibaren Osmanlılar gerek eski Doğu Roma toprakları üzerinde bulunup bu devlete komşu olmalarından ve gerekse kritik ticari merkezler üzerinde konuşlanmalarından ötürü kendilerinden boy, millet ve din bakımından bambaşka unsurlarla birlikte yaşadılar. İlk devir Osmanlı kaynaklarında "Kayılar yabancı sevicidirler" ibaresi yer alır. Devlet, fethettiği yerlerde bulunan halka Müslüman olmayan manasına gelen gayrimüslim adını verirdi. Şehirlerdeki yerleşik esnaf ve sanatkârlar ile eskiden beri bölgenin yerlisi olması sebebiyle toprağın huyunu suyunu bilen tarımla uğraşan kitle, genel anlamda gayrimüslimlerden oluşuyordu. Farklı bir vatandaşlık adına sahip olmaları ve cizye denilen şer'i bir vergi vermeleri dışında Müslümanlardan neredeyse hiç farkları yoktu. Devlet, dini ve kültürel hayatlarını yaşamak noktasında gayrimüslimlere müsamaha yani iyi niyet gösterir ve asla karışmazdı. İstilamet politikası gereği halkı yeni yönetime ısındırmak amacıyla eski bazı kurallar bir süre daha yürürlükte kalır, din ve vicdan hürriyetine ise asla müdahale edilmezdi. Hukuki olarak bir Müslüman hangi hakka sahipse bu unsur da aynı haklara sahipti. Bu politikalar sayesinde hem sosyal refah sağlanmış hem de üreten sınıf göç ettirilmediği yahut yerinden çıkarılmadığı için devletin vergi gelirleri de böylece sürekli kılınmıştır.

Balkanlarda hâkimiyeti sağlayan Osmanlı İmparatorluğu, bölgedeki ulusların her birine ayrı kiliseler kurmuştu. Bu sayede din ve mezhep bakımından eski geleneğini sürdüren Balkan halkları için dilleriyle kültürlerini de muhafaza etmelerinin yolu açılmış oldu. Bu sayede hiçbiri birbirine karışmadan milli varlıklarını sürdürdüler, asimile olmadılar. Huzurun ancak adaletle sağlanabileceği gerçekliğine dayalı Osmanlı milletler sisteminde farklılıklar zenginlik olarak sayılıyordu.

Batı'nın üvey, Osmanlı'nın has evladı: Yahudiler

Tarih boyunca en fazla ötekileştirilen unsur ise kuşkusuz Yahudilerdi. Bunda siyasi organizasyonlarının bulunmaması, dağınık, az sayıda olmalarının yanında ticari zekâlarının da etkisi vardı. Ortaçağ boyunca Avrupa'da bütün kötü olaylar, hastalıklar, salgınlar ve kıtlıklar bunlardan dolayı oluyor algısı hâkimdi. Ruhunu arındırmak isteyen her Hıristiyan bir Yahudi'yi öldürmeliydi. Bu bir dini vecibe sayılıyordu. 17'nci yüzyılda yaşamış olan Iszak Shulhof adlı bir Yahudi'nin anılarıysa bu dini topluluğa mensup insanlara bakışı göstermesi açısından önemlidir. II. Viyana Kuşatması sonrası yapılan savaşlarda Budapeşte Osmanlı idaresindeyken Avusturya idaresine geçmiştir. Shulhof' un eserini mühim kılansa eski yeni yönetim arasındaki farkları ortaya koyuş tarzıdır: "Avusturya İmparatorluk askerleri şehre girer girmez bütün Müslüman ve Yahudileri katlettiler. Dini binalar olan havra ve camiler ateşe verildi. Dehşetle bekliyordum. Sonunda sıra bana geldi. İmparatora ve devletime sadakatten bahsettim, ilgilenmediler. Sonunda mal varlığımın büyük çoğunluğunu rüşvet olarak verdiğim bir onbaşı beni hemşerilerimin yaşadıkları yerlerin yakınlarında bir kasabaya götürdü. O sayede kurtuldum. Hâlbuki Türkler buradayken canımızdan da malımızdan da emindik. Yahudi olduğumuzdan dolayı ötekileştirilmezdik. Budapeşte'de üç tane havra vardı. Avrupa'nın göbeği olan bir kentte hep beraber üç dinin mensupları huzurla yaşarken bu ahenk Türklerin şehri kaybetmesinden sonra tamamen sona ermiştir" demektedir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Yahudi toplumuna bakışını göstermesi açısından bir dönem İstanbul'da Avusturya elçiliğinde bulunmuş olan Gurloch' un hatıraları da önemli bir kaynak olarak karşımızda durmaktadır. Anlattığına göre, bir gün Kanuni'nin damadı ve veziriazamı Rüstem Paşa, sultana ülkede tek bir din bulunmasının daha iyi olacağı ve Yahudilerin bu doğrultuda diğer devletlerde olduğu gibi sürülebileceğine dair bulunduğu teklife Kanuni'nin cevaben gösterdiği tavır dikkate değerdir. Sarı renkte bir çiçeği koparıp paşaya çiçeğin güzel olup olmadığını sorar. Paşa pek tabi beğendiğini, çiçeğin güzelliğinin Allah'ın bir lütfu olduğunu söyler. Bu sefer padişah çiçeğin sarı yapraklarını yolar ve nasıl göründüğünü sorar. Paşadan gelen yanıt bütünlükten uzak ve eksik olduğu cevabıdır. Buna karşı Kanuni şu tarihi cümleyle düşüncesini bildirir: "Madem çiçeklerin renkli olmasını mükemmeliyet kabul ediyorsun, hatta bundan hoşlanıyorsun neden Allah'ın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun? Bir çiçekte ne kadar renk olursa o kadar güzel görünür. Bu yüzden Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar mavi, Ermeniler kırmızı, Yahudiler sarı renk giyinirler ve hep birlikte ahenklidirler."

Buna karşın Batı'da modern dönemlere kadar siyahiler hep köle ve Yahudiler şehirlere veba bulaştıran uğursuz bir toplum kabul edildiler. Afrika kökenli zencilerin geçmişte ve torunlarının da bugün özellikle ABD'de nasıl muamelelere maruz kalabildiğini hep birlikte görüyoruz. İşin en acı olan tarafıysa, geçmişte Müslüman Türklerin kol kanat gerdiği Yahudilerin bugün Müslümanlara karşı dünyada uygulanan İslamofobizmi nasıl hararetle desteklediklerini ve onlara karşı uyguladıkları yok edici muamelelerini görmek belki de…

BİZE ULAŞIN