Nagihan Haliloğlu: Halep: 'Türkiye'nin hülasası bir şehir'

Halep: Türkiyenin hülasası bir şehir
Giriş Tarihi: 2.1.2017 17:12 Son Güncelleme: 2.1.2017 17:12
Nagihan Haliloğlu SAYI:31Ocak 2017
Bell gezi notlarında Emevî Camii'ni es geçip, kaledeki küçük camiden bahsediyor. Minaresine çıktığında "Dünyanın şekli elverse, buradan ta Bağdat görünür" diyerek, Osmanlı'nın ya da kendi deyimiyle Türkiye'nin bütün şehirlerinin nasıl hep beraber düşünülmesi gerektiği konusunda bir ders veriyor okuyucuya.

Gecenin bir yarısı Halep yolunda kayboluyoruz. Urfa'da ayarladığımız Kürt şoför bir köye girip, benzincide yol sormaya çalışıyor. Karanlıkta seçebildiğim kadarıyla birbirlerinin dillerinden anlamıyorlar. Aşağıya inip 2010 senesinde hâlâ orta seviyede olan Arapçamla Suriyeli köylünün anlattığını Kürt şoförümüz için Türkçeye çeviriyorum. Böylelikle geziyi kurtarıyorum diyebilmek isterdim ama Halep'in girişinde tekrar kayboluyoruz ve sonunda gitmek istediğimiz adresi bir taksiye söyleyip onu takip etmeye başlıyoruz.

2010'un Halep'i. Gecenin kargaşasından sonra güzel bir güne uyanıyoruz. Kaleye doğru ilerlerken içimi, daha eski şehre varmadan, Şam'da yaşadığımdan çok daha kuvvetli bir şekilde 'ben buraları biliyorum' hissi kaplıyor. Apartmanlarıyla, otobüs duraklarıyla, yeni dükkanlarının estetiğiyle Halep'in modernleşme tarzı bile Türkiye'yi andırıyor. Kalede ve yine Şam'ın Hamidiye Çarşısı'ndan daha tanıdık, tarihi 1450'lere dayanan Halep Kapalı Çarşısı'nda Arapça kadar Türkçe duymak mümkün. İşin garibi ve güzeli, Halep'e gelen Türk ziyaretçiler sadece tek bir 'kesimden' değil. Türkiye'nin her türlü sınıfından insan, Suriye'nin her türlü sınıfından insanla alışveriş ediyor.

"200 bin nüfusuyla Türkiye'nin tüm ırkları ve dinlerinin hülasası olan Halep" diyor Arabistanlı Lawrence Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı, öncülük ettiği 1916-1918 Arap isyanını anlattığı hatıratında (yoksa siz hâlâ...?). Ortadoğu'yu az çok bilen Lawrence'a göre Bilâdü'ş-Şam'ın en önemli altı şehri, Esed ailesi ve avenesinin cürümlerini listeler gibi: Kudüs, Beyrut, Humuss, Hama, Halep. Diğer İngiliz istihbarat memurları gibi Suriye'den "Türkiye'nin bir şehri" olarak bahseden Lawrence, bu önemli şehirler içerisinde Halep'in o çok özel konumunu şöyle açıklıyor:

"Halep Suriye'nin en önemli şehirlerinden biridir fakat tam anlamıyla ne Suriye'ye ne Anadolu'ya ne de Mezopotamya'ya aittir. Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm ırkları, inançları ve dilleri uzlaşı ruhuyla burada bir araya gelmiş, birbirini tanımıştır. Birbirinin zıddı birçok özellik Halep'in sokaklarını bir kaleydoskopa çevirir ve Halepliye Şamlıda görülmeyen bir zihniyet kazandırır. Halep şehri etrafındaki tüm medeniyetleri hazmetmiş ve bu yüzden herhangi birinde taassup etmemiştir. Suriye'nin diğer şehirlerinden çok daha hırslı bir şekilde ticarette bulunmuş ve en güzel şeyleri imal etmiştir. İslami aidiyet hissi ne kadar yüksek olsa da Halep'te Osmanlı İmparatorluğu'nun başka bir yerinde olamayan bir derecede Hıristiyan'la Müslüman, Ermeni, Arap, Türk, Kürt ve Yahudi'nin gayet iyi anlaştığı görülür. Benzer bir şekilde Avrupalıya da - her ne kadar tam ehliyet verilmese de- imparatorluğun başka bir yerinde olmadığı kadar dostça davranılır [...] Bize Suriye'nin bütün bu halklarının kapısını açan anahtar da Arap dilidir."

Halepli bir meslektaşıma göre bu tasvir babasının anlattıklarıyla uyuşuyor. Osmanlı devletinin diğer büyük şehirlerine de, İstanbul'a, İzmir'e ve Selanik'e uyabilecek bir tasvir bu. Günümüzde inşa etmek istedikleri sağlıklı çok kültürlü toplumların en işlevsel ve idealize olanını Osmanlı Ortadoğusu'nda tespit etmiş olan İngilizlerin, kontrolü Fransızlara kaptırmamak adına bu mozaiği kırmakta tereddüt etmemiş olmamaları hepimizin malumu. Lawrence'ın anlatısında İngiliz şarkiyatçılarının günümüzde iştahla bahsettiği Sünni-Şii ayrımının bahsinin hiç geçmemesinin sebebi, bu ayrımın o vakitlerde henüz çatışma çıkarmaya yetecek kadar olgunlaştırılamamış olması herhalde.

Sunni-Şii ayrımı yerine Lawrence ileride bölgenin kaderi hakkında söz söyleme hırsına kapılan başka bir topluluktan bahseder: "Sahil nüfusunun önemli bir kısmını Nusayriler oluşturuyordu. Nusayriler bir çeşit bereket tarikatı. Tamamıyla putperest ve yabancı düşmanı. İslam'a şüpheyle bakıyorlar ve Hıristiyanlar gibi eziyete uğradıkları için kendilerini Hıristiyanlara yakın hissediyorlar. Tarikatın asabiyesi çok yüksek. Bir Nusayri asla başka bir Nusayri'yi ele vermez, ama kendi dinleri dışında olanlara her fırsatta ihanet ederler. Köyleri ana tepelerden Tripoli'ye doğru olan bölgededir. Arapça konuşurlar ama Suriye'de Yunan medeniyeti kadar eski bir kökleri vardır. Genelde siyasete pek karışmazlar, böylelikle Türk hükümetinin de kendilerine bulaşmayacağını ümit ederler." I. Dünya Savaşı sırasında bağımsız bir Suriye yerine Fransız mandasını destekleyen büyükbaba Ali Süleyman Esed'in torunu Beşar'ın Fransızların Ortadoğu'daki rakibi İngilizlerden eğitimi almış olmasını uzun soluklu İngiliz siyasetinin bir meyvesi olarak değerlendirebiliriz.

Verimli ovanın başkenti

Halep'in Şam'dan farklı olduğunu Ortadoğu'nun diğer ünlü 'harita çizicisi' Gertrude Bell de dile getirir: "Şam'la Halep'i karşılaştırmak iki farklı medeniyet kavramını karşılaştırmak gibidir. Şam sahranın, Halep verimli ovanın başkentidir. Şam, onu fetheden Arap kabileleri tarafından şekillendirilmiş, Halep ise kuzey Mezopotamya ticaret yolları üzerinde, ticaretin devam etmesi ve kazanılan servetlerin kaybedilmemesi için her türlü savunmaya hazır olan tüccarlar tarafından kurulmuştur." 1910'larda yayınladığı gezi notlarında Halep'ten Avrupalıların imtiyazlar için savaştığı bir şehir olarak bahseder. "24 Temmuz 1908 yılında doğan yeni Türkiye'yi ilk defa Halep'te tecrübe ettim" der.

İstanbul'da olanları en iyi izleyebileceğiniz yerdir Halep. Bell, İttihat ve Terakki'nin bürosunu ziyaret eder ve şehri siyasi açıdan çok hareketli bulur. Halep'in Beyrut'un tasallutundan kurtulması için İskenderun'a giden acil bir demir yoluna ihtiyaç duyduğunu söyler. Halep'in Çerkez olan ve İngiliz muhibi olduğunun altını çizen valisiyle muhabbet eden Bell, Lawrence'ın listesinde eksik olan Rumlardan da bahseder. Şehirde en rahat anlaştığı kişi hiç şüphesiz Fransızlar aracılığıyla Katolikleşmiş Rumların piskoposudur. Halep yakınlarında sohbet ettiği bir köylü ise şehirdeki yabancıları şöyle anlatır: "Çarşılara gidiyor ve sefirlerin nasıl caka satarak dolandıklarını seyrediyorum. Hepsinin önünden 200 gümüş liralık paltolar giyen adamlar gidiyor, kadınların kafasında da çiçek gibi şeyler var."

Anadolulu seslerin şehri

Avrupalılar, getirdikleri modalar ve savaşlar gelir geçer, kadim Halep'te kadim şeyler bizi bekler. Halep'te yaşamın tamamen değişeceğini bilmediğimiz, bilemediğimiz, neredeyse sınırların kalkacağına hükmettiğimiz bir atmosfer içerisinde geçen gezimizin pazar sabahı yürüyerek Kapalı Çarşı'yı bulmaya çalışırken eski şehirde kayboluyorum. Derken, Lawrence'ı utandırır bir şekilde Anadolulu yüzler, Anadolulu teyzeler, Anadolulu sesler duyuyorum. Ermeni kilisesinden çıkan iki yaşlı teyze fısıldaşarak yanımdan geçiyor. Biraz daha ilerleyince mis kokulu bir fırından, o sevdiğimiz, asla tasallutundan kurtulmak istemediğimiz Feyruz'un sesi yükseliyor (evet, o zamanki Arapçamla Feyruz ve Hubz'un kafiyesini düşünüyorum). Sonraki durak yine Halep'in kalbinin attığı Kapalı Çarşı. Çoğu bölümünde yolları Sultan Ahmet Kapalı Çarşı'dan dar, tavanı biraz daha alçak olsa da, burada herkese yer var. Gümüş pazarlığı yaparken baharat yükünü yüklenmiş bir eşek bile görüyoruz çarşının içinde!

Eski şehirde namazı Emevî Camii'nde kıldıktan sonra öğlen yemeğini hemen karşısındaki Mevlana Restoran'da yiyor, kuşların caminin avlusundaki yaptıkları haylazlıkları seyrediyoruz. Kaleye giden yolu sorduğumda anlamayan Halepli kadınlara, bir de 'ala'ya giden yolu soruyorum. Gülüp cevap veriyorlar. Kaleden baktığınızda pek çok çatı katının güvercin yuvası olduğunu, şehirde özellikle Jdeihde mahallesinde pek çok 'güvercin babası' olduğunu görüyorsunuz. Bell gezi notlarında Emevî Camii'ni es geçip, kaledeki küçük camiden bahsediyor. Minaresine çıktığında "Dünyanın şekli elverse, buradan ta Bağdat görünür" diyerek, Osmanlı'nın, ya da kendi deyimiyle 'Türkiye'nin' tüm şehirlerinin nasıl hep beraber düşünülmesi gerektiği konusunda bir ders veriyor okuyucuya.

Son gece otel değiştirmek zorunda kalıyoruz ve 'kiminle vakit geçirirsen onunla haşr olunursun' şiarına uygun şekilde yeni otelimizden çıkar çıkmaz kendimi Baron Otel'in önünde buluyorum. Eğinli Mazlumyan ailesinden bir kadın Kudüs hac yolunda Halep'ten geçerken Avrupalılara hizmet verecek bir otele ihtiyacı olduğunu fark eder ve aile Halep'te bir otel açmaya karar verir. Otel Baron bu ihtiyaç üzerine kurulmuş ikinci otel. Kimlerin yolu geçmemiş ki bu otelden! Mareşal Mustafa Kemal, Lawrence, Bell ve Lawrence'ın taç giydirdiği Irak'ın ilk kralı Faysal ve hatta Agatha Christie. Evet, Otel Baron Lawrence'ın karargah olarak kullandığı yerlerden biri. İçine girip Lawrence'ın ifritinin hâlâ oralarda dolanıp dolanmadığına bakıyorum. Sadece derin bir terk edilmişlik hissi ve kuvvetli yasemin kokusu. Başka bir Türk turist de benim gibi duvardaki 1920'lerden kalma Bilâdü'ş-Şam haritasının fotoğrafını çekiyor.

"Halep" der Bell, "Asya'ya açılan en önemli kapıdır, ona bedel olabilecek başka bir şehir bilmiyorum. Türk İmparatorluğu'nda nereye gitseniz size lezzetli bir şeyler ikram edecek, en son siyasi dedikoduları anlatacak bir Halepli bulursunuz" diye ekler. Anadolu'da da kapılar vardır Halep'e açılan. Harran'da, mesela. İstanbul'un en şık caddesinde vardır Halep'e açılan kapılar, pasajlar. Âşık Garip'in dediği gibi "Geleni bağı bostanıyla besleyen, gelemeyeni de kervan gönderip ağırlayan" Halep elbet hakkını isteyecek her birimizden.

BİZE ULAŞIN