Sümeyra Merve Kılınç: Geleneksel tıbbın şefkatinden modern tıbbın şiddetine

Geleneksel tıbbın şefkatinden modern tıbbın şiddetine
Giriş Tarihi: 4.1.2016 16:11 Son Güncelleme: 15.1.2016 16:43
20’nci yüzyılda teknolojik gelişmelerle beslenen bilim, tüm çağlar boyu yaşadığı en hızlı değişimi gösterdi. Geçmiş bilgi ve tecrübeler bir kenara bırakıldı ve son 50-60 yılda keşfedilen yenilikler sorgusuz sualsiz kabul gördü. Geleneksel tıpta hekimin hastaya şefkat gösterdiği, hastanın da hekime ve ilmine hürmet ettiği bir tabloya kıyasla; bugün hekim-hasta ilişkisinin sözlü ve fiziksel şiddet düzeyine vardığı, kısacası tıbbın geleneksel bilgiyi hor görüp köklerinden uzaklaştıkça eşref-i mahlukat olan beşere karşı ihtimamını da kaybettiği bir tabloya şahit oluyoruz. Son iki yüzyılda bilim ve teknoloji alanındaki keşifler, tıbbi tedavilerde çığır açtı. Toplumun bazı kesimleri bu tedavilerin insanoğlu için kuşkusuz bir nimet olduğunu düşünürken, kimileri de yeni buluşların hudutsuzca kullanılmasından endişe duyuyor. Her durumda kabul edilmesi gereken bir gerçek var: İnsanoğlu bugün, tıbbi bilgi üretmede eşsiz bir kapasiteye sahipken, hakkında emin olunan bilgi artmıyor ve sağlık daha iyiye gitmiyor. Aksine bu gelişmeler beraberinde cevap bekleyen sorular, daha hasta nesiller ve ahlaki endişeler getiriyor.

Bugün ülkemizde ve dünyada modern tıbbın yaklaşımlarının ciddi ölçüde tartışıldığına şahit oluyoruz. Kronik hastalıklarına çare bulamayan insanlar bir kenara, birçok hekim de modern tıbbın çizgisini eleştiriyor ve bazı sorulara cevap aranıyor: Gerçek tıp nedir? Tıbbın alternatifi var mıdır? Geleneksel mi, yoksa modern bilgi mi evladır? Tıptaki tüm gelişmeler güvenli midir? İslam anlayışına göre her konuda İslam'a danışmak gerekli iken, tıp ve sağlık konusunda seküler davranmak bilgelik midir?

Bu soruların muhtemel cevapları tartışıladursun, birçok toplumda tedavi olmak ve sağlığı korumak için geleneksel bilgiye dönüş başladı bile. İnsanoğlu artık, atalarının yaratıldığı günden beri vakıf olduğu ilimler içinde tıp ve beden ilminin var olduğunu hatırladı.

Geleneksel tıbbın bugünkü tıbba kıyasla daha az bilgi, fakat daha çok tecrübe, ilim, ahlak ve vicdan ile üstesinden geldiği sağlık sorunları için bugün modern tıp, bilgide detaycı fakat etik değerlerde yüzeysel bir yaklaşım sergiliyor. Eski hekimler, tecrübeyi reddeden, yeni girişimlerle hastanın hayatını tehlikeye atabilecek hekim tutumunu yasaklarken; bugün modern tıp en yeni olanı uygulamak için adeta kendisi ile yarışıyor. Geleneksel tıpta hekimin hastaya şefkat gösterdiği, hastanın da hekime ve ilmine hürmet ettiği bir tabloya kıyasla; bugün hekim-hasta ilişkisinin sözlü ve fiziksel şiddet düzeyine vardığı, kısacası tıbbın geleneksel bilgiyi hor görüp köklerinden uzaklaştıkça eşref-i mahlûkat olan beşere karşı ihtimamını da kaybettiği bir tabloya şahit oluyoruz.

Önce zarar verme!

Tıbbın tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İslam inancına göre Hz. Âdem yeryüzüne gönderildiği zaman kendisine tüm isimler öğretilmişti. Bir hadisi şerifte de bu, 'ilimler/sanatlar' olarak açıklanmıştır: "Allah Hz. Adem'i yeryüzüne gönderdiği zaman ona tüm ilimleri öğretti." İnsan var olduğu günden beri gerek dinî öğretilerle aktarılan, gerekse deneme-yanılma ve tecrübe yoluyla geliştirdiği tedavi yöntemlerini uygulamıştır. Böylece yüzyılların birikimi ile köklü bir tıp sistemi doğmuştur. İlk çağlardan modern tıbbın etkisini gösterdiği 19'uncu yüzyıla kadar etkin olan bu tıp, geleneksel tıp olarak bilinmektedir.

Geleneksel tıbbın, sistemleşmiş şeklini alması, uygulamaların teorik bilgilere dönüştürülmesi M.Ö 4'üncü-5'inci yüzyıllarda Anadolu topraklarında gerçekleşmiştir. Bu dönemde ünlü filozofların yetiştirdiği hekimlerin en ünlüsü, Alkmeon'un talebesi Hipokrat'tır. Hipokrat (M.Ö. 460-377), tarih kaynaklarında Kuran'ı Kerim'de ismi geçen Lokman (a.s) olduğu üzerinde de durulan, hocası Alkmeon'dan öğrendiği Tabiat Felsefesi'ni geliştirerek yaklaşık 2500 yıl etkinliğini koruyacak olan 'Dört Unsur Teorisi' veya diğer adıyla 'Humoral Teori'yi tıpta uygulamıştır. Geleneksel tıbbın temelini oluşturan mizaçlar teorisi öylesine kabul görmüştü ki ünlü İslam hekimi İbn-i Sina bu ilmin hekimler tarafından sorgulanmadan, olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir. İbn-i Sina'ya göre mantık ve deliller ile ispatlanması mümkün olmayan bu gerçeği sorgulamak hekimi hataya sürüklerdi. Bu tutumuyla, tıp ilmine, kendisine ait olmayan meseleleri karıştırdığı için fayda yerine zarar getirmiş olurdu.

Mizaçlar teorisinin peygamber ilmiyle de desteklendiğini dinî kaynaklardan öğreniyoruz. Örneğin Peygamber Efendimizin (sav) sağlık öğütlerinde mizaçlar teorisinin etkilerini görmek mümkündür. Zira Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bunun (yaş hurma) hararetini bunun soğukluğu (karpuz) ile bunun soğukluğunu da bunun harareti ile kırarız."

Peki, nedir mizaç teorisi? Humoral teoriye göre beden kan, balgam, sevda ve safra olmak üzere dört temel sıvıdan müteşekkildir. Bu dört sıvı sırasıyla makrokozmozun dört temel unsuru olan hava, su, toprak ve ateşin, mikrokozmoz olan insan bedenindeki karşılıklarıdır. İnsanın olduğu gibi, tabiattaki tüm varlıkların ve hatta mevsimlerin de mizacı vardır. Bu nedenle gıdaları ve hastalıkta kullanılacak ilaçları belirlerken mutlaka mizaca uygun olanlar seçilirdi. Geleneksel tıpta vücut sıvılarının, yani dört hıltın dengede olması hali sağlık, dengesiz olması ise hastalık olarak yorumlanır.

Vücut sıvılarının sağlık ve hastalık durumunu belirliyor olması görüşü, fazla olan hıltların dışarı atılmasını gerekli kılmıştır. Bu nedenle geleneksel tıpta ilk dönemlerden beri müshil kullanımı, lavmanlar, kusma tedavileri, hacamat ve sülük tedavileri ve kan alma gibi 'arınma' yöntemleri benimsenmişti. Bu tedaviler hastalık durumunda uygulandığı gibi, koruyucu hekimlikte de kabul görmüş, halk belli dönemlerde 'arınma' uygulamaları için teşvik edilmişti. Örneğin hastalıkların, gıda artıklarının organizmanın bazı yerlerinde birikmesi sonucu oluştuğunu düşünen Antik Mısır tıbbında her ayın üç günü aç kalmak, kusma, lavman ve kan alma gibi 'boşaltıcı' tedaviler rutin haline gelmişti.

Koruyucu hekimliğin oldukça önemsendiği geleneksel tıpta ilk hedef hastalığı önlemek, sonra hastalık varsa tedavi etmek, tedavi edemiyorsa da hastaya moral vermekti. Hipokrat'ın şu meşhur sözü geleneksel tıbbı özetlemiştir: "Hekimin görevi hastayı nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını gidermek, fakat her zaman için teselli etmektir."

Hipokrat tıbbına göre tabiat, hastalıkların hekimi idi. Hekime düşense sadece tabiatın tedavi edici gücüne yardımcı olmaktı. Bir hekimin tedavi için kullandığı temel yöntemler son derece basitti ve asırlar boyunca değişmedi; perhiz, bitkilerle tedavi ve hacamat gibi arındırıcı/boşaltıcı tedaviler. O yıllardan beri tedavi edebilmenin bir sınırı olduğunu bilen hekimler, hastalanmamak üzere halkı eğitmeyi temel görev bildi. Ruhu, kafayı ve mideyi korumak için az yemeyi ve acıkmadan yememeyi önerir; 'önce zarar verme!' ilkesinden ödün vermeyerek hastalığa müdahale etmekten çok bedenin hastalık ile mücadele etmesine yardımcı olurlardı.

Geleneksel tıpta hekimin ahlakı ve entelektüel kapasitesi de oldukça önemliydi. Hipokrat, nefsini terbiye edebilmek ve şerefini koruyabilmek için bolca perhiz ve riyazet yapar, öğrencilerine gösterişli bir yaşantıdan uzak durmalarını önerirdi.

Hipokrat'ın öncülüğünü yaptığı akılcı tıp ve hekim ahlakına ilişkin meseleler İslam tıbbı dönemi dâhil tarih boyunca hekimlere rehber olmuştur. Özellikle tıbbın prensi olarak bilinen, eserleri tıp fakültelerinde yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulan İbn-i Sina, yaşadığı 10'uncu yüzyıla kadar biriken tıbbi tecrübeleri yorumlayıp zenginleştirerek El Kanun Fi't-Tıbb eseri ile ölümsüzleştirmiştir.

Günümüzde geleneksel tıp hâlâ uygulanmakta ve Hindistan, Pakistan, Güney Kore ve Çin'de üniversitelerde eğitimi verilen bir branş olarak devam etmektedir.

Modern tıp hiçbir otorite tanımıyor

Tıp tarihi uzmanlarına göre tıp ilk kez Antik Yunan döneminde kendi içinde anlaşmazlığa düşmüştür. Knidos'ta (bugün Muğla civarı) hekimlerin yetiştiği Asklepiat ailesi hastalıkların teşhisi ile ilgilenir ve hastalığı semptomlara göre sınıflandırırdı. Neredeyse her semptomun hastalık olarak kabul edildiği bu yaklaşım oldukça karmaşıktı ve tedavi yetisinden yoksundu. Bu çıkmazın fayda getirmeyeceğine inanan bir başka hekim ailesi Knidos ekolüne muhalif olarak Kos bölgesinde (Bodrum) yeni bir ekol şekillendirmeye başladı. Bu ekole göre önemli olan hastalık değil, hasta idi. Her hastalık kişiye özgü şekillenirdi. Bu sebeple tedavi edebilmek için hastayı çok iyi analiz etmeyi önemserdi. Yani bütüncül yaklaşım, bütünü parçalara ayıran yaklaşıma galip gelmiş ve 15 asır etkisini sürdürmüştür.

Geleneksel tıbbın, yalnızca olması gerektiği kadar merak ettiği ve bu ihtiyacı hayvan bedenleri üzerinde giderdiği anatomi bilimi, 18'inci yüzyıl Avrupa'sında oldukça önemliydi. Ölü insan bedenleri üzerine yapılan diseksiyon (kadavra üzerinde anatomik çalışmalar) ve hatta canlı hayvanlar üzerinde viveksiyonun (canlı üzerinde anatomik çalışmalar) gelişmesi ile patoloji ve mikrobiyoloji bilimleri doğmuş, hastalık sebeplerine bakış tamamen değişmişti. Tıp daha önce hiç tecrübe etmemiş gibi, tekrar bütüncül yaklaşımdan uzaklaşarak semptomlara ve hasta organa odaklanmaya başladı.

Artık daha çok bilmeye başladığını düşünen modern tıp hekimleri, zamanla eski bilgiyi küçümseyip; kökleri inanca ve tecrübe edilmiş bilgiye dayanan gelenekle yollarını ayırdı. Öyle ki modern tıbbın kurucularından biri olarak kabul edilen İsviçreli hekim Paracelsus, geleneksel tıbbı tümüyle reddetmiş, tıp fakültesinde ders verdiği esnada eski tıp kitaplarını yakarak öğrencilere geçmiş tıp bilgilerini unutmalarını söylemişti. Bu anlayışla yetişen modern tıp hekimleri artık her şeyi zekâ ile kavrayabileceklerini düşünüyor, modern tıp öncesi tüm bilgi birikiminin yanlış olduğuna inanıyor, yeni bilgiye aç bir tutumla, sorgulamadan insan bedeninin bilinmeyenlerini araştırıyorlardı.

20'nci yüzyılda teknolojik gelişmelerle beslenen bilim, tüm çağlar boyu yaşadığı en hızlı değişimi gösterdi. Geçmiş bilgi ve tecrübeler bir kenara bırakıldı ve son 50-60 yılda keşfedilen yenilikler sorgusuz sualsiz kabul gördü. DNA'nın keşfi; X ray ışınları ve görüntüleme cihazlarının bulunması; kimyasalların aktif kullanımı (tıbbi ilaçlar, penisilin, antibiyotik, tarım ilaçları); kan ve organ nakli; gen klonlama yöntemleri; tüp bebek tedavileri bu dönemde hızla tıp sahnesine girdi.

Değişimin ve yeniliklerin bu kadar hızlı gerçekleşmesi birçok tedavinin sonradan zararlı olduğunun anlaşılması ile terk edilirken, sonuçları kısa vadede gözlemlenemeyecek diğer tedaviler, etik değerler göz ardı edilmek suretiyle hayata geçirildi. 20'nci yüzyılda tıp, neredeyse her 10 yılda bir temel söylemlerini reddeden ve bu kadar yanılgıya rağmen yeni yaklaşımları tereddütsüz kullanan bir tedavi sistemi haline gelmişti.

Modern tıbbın bu tutumuna verilebilecek örnek sayısı tahminimizden fazla. En çarpıcılarından biri DDT (dikloro difenil trikloroethan) örneği. 1939 yılında gıda kıtlığı ve tifo gibi bulaşıcı hastalıklara karşı müdahale etmek için İsviçreli kimyager Paul Müller, DDT adlı kimyasal ilacı keşfetti. İlacın etkisi o denli kuvvetliydi ki, mucizevi bir buluş olarak kabul edildi. 1948'de mucidine Nobel ödülü kazandırdı. DDT hem insanlar üzerinde kullanılarak salgın hastalıkları önlüyor, hem de tarımda kullanılarak ürünlerin haşerat tarafından zarar görmesini engelliyordu. Hem de tamamen zararsızdı (!).

Ancak çok geçmeden, 1960 yılında, Amerikalı biyolog Rachel Carson, ölen kuşların organ ve yumurtalarında DDT kalıntılarına rastladı ve bu kimyasalın insanlar için de zararlı olabileceğini öne sürdü. Carson'un bu çalışması tıp çevreleri tarafından şiddetle eleştirildi ve bilimsel olmamakla suçlandı. Nihayet DDT'nin zararları 1972'de kabul edildi ve önce ABD'de ardından 1987'de Avustralya'da yasaklandı. Araştırmalar DDT'nin sakatlıklara, üreme organı ve gelişim bozukluklarına yol açtığını, yağlarda hızla çözülerek organlara zarar verdiğini, çok kuvvetli ve öldürücü bir zehir olduğunu kanıtladı.

Yine tütün mamullerinin güçlü bir endüstri haline geldiği 1930'larda sigara içmek hekimlerin de rutiniydi. Dahası, büyük şirketlerin sigara reklamlarında doktorlar kullanılıyordu. 1950'li yıllarda, sigaranın en önemli kanser sebeplerinden biri olduğu anlaşılıncaya kadar insanlar 'gönül rahatlığı' ile sigara içtiler, hatta hekimleri tarafından önerildi.

Bu çarpıcı örnekleri çoğaltmak mümkün. Modern tıbbın kısa tarihinde yapılan bu ciddi hatalardan pek de ders aldığını söyleyemiyoruz, aksine insanlık için büyük keşiflerin yapıldığı bu kutsal yolda birkaç (!) tökezleme 'bilimin kefareti' olarak görülüyor adeta.

Modern tıbbın yaptığı hataların en büyük sebebi, kendisi dışında hiçbir otorite tanımıyor olması. Bugün güçlü sektörler tarafından beslenen tıp ve biliminin dayattığı görüşlere ancak cılız seslerle karşı konulabiliyor. Birçok konuda tıbba yanıldığını söyleyebilecek araştırma yapmak ekonomik ve teknik yetersizlik nedeniyle neredeyse imkânsız. Tıbbın uygulamalarına etkin şekilde şerh koyabilecek belki tek alan dinî otoriteler. Fakat İslam âlimlerinin çoğu bilimsel gelişmelere hâlâ İslam topraklarının gerileme dönemindeki refleksi ile yaklaşıyor ve bugün doktorlar/bilim insanları neye 'doğru' derse ona fetva veriyor. Tıbbi bir uygulamanın İslam'a ve dahi vicdana uygun olmadığını söyleyebilmek için hem tıbbi konuları kavrayabilecek ilmî donanıma sahip olmak, hem de 'çağ dışı, gerici ve yobaz' gibi ithamlara göğüs gerebilmek icap ediyor.

Geçmişte geleneksel tıp, tek kaynağa sahip, evrensel kuralları olan bir tedavi sistemiydi. Bugün ise modern tıpta bilgi, fazlasıyla özelleştiği ve zor anlaşıldığı için hataya düşmek kolaylaştı. Beyaz Önlük, Siyah Şapka isimli eserde, tıp etiği uzmanı Carl Elliot'un söylediği gibi; "Eğer tıp yeterince basit ve şeffaf olsaydı, işinin ehli olmayan doktorlar hemen fark edilir, iyi ve kötü birbirine karışmazdı."

SÜMEYRA MERVE KILINÇ KİMDİR?
Ürdün Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde tıp tarihi ve tıp etiği alanında yüksek lisans yaptı. Beş yıldır doğal sağlık danışmanlığı yapıyor.

BİZE ULAŞIN