Gökhan Ergür: Tarık Buğra'nın Türkiye Meselesi

Tarık Buğranın Türkiye Meselesi
Giriş Tarihi: 2.12.2015 11:50 Son Güncelleme: 14.12.2015 11:26
Gökhan Ergür SAYI:19Aralık 2015
Cumhuriyet’in ürettiği hasta aydın tipi Batılılaşmak adı altında, bizden olmayan ne varsa hepsine birden sarılıyor. Bu topraklardan olmayan her şeyi kendine rehber belleyen aydın topluluğu, 600 yıl dimdik yaşamış, bir şah medeniyet kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu’nu hatırlatan herkese ve her şeye sistemli bir kötülük beslemekte. Bu kötülükten elbette ki Tarık Buğra da yaşadığı yıllarda nasibini almıştır. ''Annem, ahretlik ve kardeşleri ile toplanırlar, bilhassa Yunus Emre'den ilâhiler, şiirler okurlardı. O tertemiz, o saf, o büyük değerleri sezen ve benimseyen seslerin bende büyük hakkı vardır. Bir tek şiirini bile yazılı olarak görmeden duyduğum Yunus Emre aşkı onun büyük mirasıdır. Mevlânâ'ya da o sayede erdim.'' Tarık Buğra

İmparatorlukla cumhuriyet arasındaki sancılı döneme denk gelen serüvenin derin inançlı kahramanıdır Tarık Buğra. Edebiyat ve düşünce dünyamızda yakın tarihe, resmî tarihin dışından bakabilmeyi göze almış ilk yazardır. Bugünlerde yeni yeni akla gelen Birinci Meclis'e ve bu meclisin demokrasi neferlerinden Hüseyin Avni Ulaş gibi isimlere dikkat çeken de ilk o olmuştur.

Tarık Buğra ömrü boyunca yalnızdı, insanlarla ilişkilerini hep sınırlı tuttu, yıllarca beraber olduğu mesai arkadaşlarıyla bile hep bir çizginin gerisinden konuştu. Ona göre bu yalnızlık hali toplum meselelerinden ve insanlardan kopuş değil, aksine onlarla beraber olmak fakat onlara bir doktrinin, bir partinin, bir derneğin refakatinde bakmamaktır. Tarık Buğra'nın ideolojiler ve rejimler karşısındaki tutumu hiç değişmedi. Yapmış olduğu sanatı hiçbir zaman, kendisine yakın da olsa, hiçbir ideolojiye bütünüyle teslim etmedi, düşünce ve kafa bağımsızlığını hep korudu, siyasi taraftarlıkların edebiyatı politik bir tutum haline getirerek basitleştirdiğine inandı. Ona göre sanat; ispatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm vermez, hüküm vermeye yol açar; iddia etmez, okuyucunun ret ve kabul, hal ve ruh tercihini serbest bırakan bir dünya kurar. Görevi budur ve bunu başardığı ölçüde değerlidir.

Döneminde üstü kapatılmaya çalışılmış, önü her fırsatta kesilmiş ve kültürel iktidarın hüküm sürdüğü her ortamda gericilikle yaftalanmış Tarık Buğra, Türkiye için önemli bir romancı, hikâyeci ve düşünürdür. Şayet yeni bir Türkiye için mücadele ediyorsak, Tarık Buğra gibi yerli mütefekkirlerin ne söylediğini, ne düşündüğünü ve ne yazdığını yeniden hatırlayıp yeniden hatırlatmak bizlerin birinci vazifesidir.

Türkiye'deki ideolojik çatışmaladan dolayı, Çanakkale'den sonra bir kere daha kaybettiği gençlerini, toplumsal yapıda kişiliklerin değil grupların varoluşunu, toplumu birbirine düşürmek için kışkırtma ve ihanetin her çeşidine hazır grupların varlığını, ülkemizde kıskançlık ve engellemenin en sarsıcı zevk olmasını, toplumsal yapıda değişen değer yargılarının bireyselliğe doğru gidişini, aydınların teceddüt ve inkılap isteğinin millet düşmanlığı halini alması neticesinde okur yazar kısmının bozulmasını, öte yandan da mizacını tehlikede gören milletin geri ve asılsız, alışkanlıklarında, göreneklerinde taassuba zorlanması gibi tespitlerini gündeme taşımış fakat dönemin fikir mafyası tarafından her defasında saldırıya uğramıştır.

Milli Şef devrini eleştirirken hem siyasilere hem de vatandaşlara önemli dersler verir Tarık Buğra. Politika ve politikacının önemini ısrarla vurgularken asıl tehlikenin, her şeyi politikadan beklemekle ve politikacıya teslim olmakla doğduğuna inanır. Eğer bu tehlike ortaya çıkarsa; politikacı, toplumun gerek duyduğu esaslı ve köklü icraatı ikinci plana atar; oy hesaplarına, seçmenin gözünü boyamaya, sus paylarına ve istikbal şuurunu seslendirmeye başlar.

Peki, vatandaşın ülke siyasetine karşı duruşu nasıl olmalıdır? Tarık Buğra'nın bu soruya verdiği cevap hepimiz için esaslı bir yol haritası mahiyetinde. Gelin cevabı yazarın kendi kaleminden, Bu Çağın Adı isimli kitabından okuyalım: ''Gerçekten de, biz eğer kötü politikacıyı tasfiye etmek ve politikayı -tabii hakkımız olarak- bizim bir hizmet sektörümüz olarak sınırlamak istiyorsak, politikayı fazla umursamamalı, onun dışındaki değerlerden kopmamalıyız. O değerleri mesela edebiyatı, mesela sanatı, mesela ilmi, tekniği, meslekleri ilgi konusu yapmalıyız desteklemeliyiz. Çünkü, yalnız kişiliğimizi kurtarmanın değil, sağlam ve gerçek demokrasiye kavuşmanın da yolu budur: İnanmayanlar, dünyadaki o gerçek ve sağlam demokrasileri incelesinler, hepsinin de yakalarını politikaya kaptırmamış, bilimi, sanatı, edebiyatı birer değer, birer otorite yapabilmiş toplumlarda temellendiğini göreceklerdir.''

Tarık Buğra neden görmezden gelindi?

Cumhuriyet'in ürettiği hasta aydın tipi Türkiye'nin sırtında bugün bile ağır bir yük. Batı sevdalısı sözde akademisyenlerimiz, tiyatrocularımız ve edebiyatçılarımız Türkiye hariç herkesin yanında saf tutmaya yemin etmiş gibi. Batılılaşmak adı altında, bizden olmayan ne varsa -arabesk, folk, hafif, ağır, gotik, kübik, soyut, özellikle de yeni, batının gel-geç fikirleri- hepsine birden sarılan, bu topraklardan olmayan her şeyi kendine rehber belleyen aydın topluluğu, 600 yıl dimdik yaşamış, bir şah medeniyet kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu'nu hatırlatan herkese ve her şeye sistemli bir kötülük beslemekte. Bu kötülükten elbette ki Tarık Buğra da yaşadığı yıllarda nasibini almıştır.

Yıl 1975, Tarık Buğra yazdığı önemli hikâyelerle edebiyat dünyasını sarsıyor ve tüm dikkatleri üzerinde topluyor. TDK tarafından yayımlanan Türk Dili dergisinin 'Türk Öykücülüğü' özel sayısında Orhan Veli ve Cahit Sıtkı Tarancı gibi şair oldukları için Türk öykücülüğüne katkılarının ne olduğunu bilemediğimiz isimlerin öyküleri yer alırken tabiri caizse dönemin yıldızı Tarık Buğra'nın hiçbir öyküsüne yer verilmiyor. Tarık Buğra'nın ismi o dergide sadece bir hikâyeci olarak, Selim İleri'nin hangi niyetle yazdığını tahmin etmekte zorlanmayacağımız bir şekilde üstün körü anılır: ''Tarık Buğra ise bireycilikten yana bir yazar. Çağını çoktan kapamış bir anlayış içinde oldukça tutarlı örnekler vermiş. Oğlumuz öyküsünü analım. Ama Buğra'nın politik bakışındaki ürkeklik, kaçma özlemi dolayısıyla öykülerinden günümüze pek bir şey etkimez. Çok erken bir dönem doldurmadır bu.''

Toplumcu gerçekçilik adı altında yavan ürünler verip parti propagandası yapmadığı için yani 'politik bakışındaki ürkeklik' sebebiyle, Selim İleri ve daha birçok aydın Buğra'nın hikâyelerini eski ve çağını kapamış olarak nitelendirip görmezden gelir, oysa ucuz köy romanları yazma modasına uyup dilden ve estetikten uzaklaşan sözde romancıların ve hikâyecilerin ciddiye almadıkları Tarık Buğra, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa gibi isimlerin yıllar evvel geçtikleri yolları en başından yürümek zorunda kalmıştır.

İslami dünya görüşü

Beşir Ayvazoğlu'nun Tarık Buğra hakkında yazdığı kıymetli eser Büyük Ağa Tarık Buğra'da Tarık Buğra'nın Fethi Naci'ye bir eleştirmen olarak saygı duyduğu yazılmıştır. Buğra'ya göre Fethi Naci'nin politik tercihleri vardır ve onlarla sınırlıdır: "Övülecek bir samimiyetle benimsemiştir onları. Eseriniz o tarafına aykırı geldi mi, keçileri kaçırıverir, koyuverir dizginlerini, haksızlaşmaktan korkmaz." Nitekim Fethi Naci Kültür Bakanlığı tarafından 1981'de Tarık Buğra'ya verilen ödül üzerine yazdığı yazıda Buğra'nın ödülü hak etmiş olduğunu ancak Atatürk'ün doğumunun 100. yılında bir bakanlığın 'İslamî dünya görüşüne' sahip bir yazara ödül vermesinin doğru olmadığını söyler.

Tarık Buğra bu eleştiriye karşılık olarak Müslüman bir toplumdan ve Müslümanlardan söz etmekle İslâmî dünya görüşüne sahip olmanın başka şeyler olduğunu ifade eder ve ekler: "Bana bu görüşün yoruluşunu gerçek bir iltifat sayarım. Keşke tam bir İslâmî görüşüm olsaydı! O zaman eserlerim daha sağlam ve övüldüklerinden daha değerli bir yapı kazanırlardı''.

Yeni aydın tipi ve Fethi Naci

Fethi Naci, Müslüman olduğu için bir yazarın ödül almasını yanlış bulur ve bunun üzerine sıkılmadan bir de yazı yazar. İşte yerli ve milli mütefekkirlerin yıllarca boğuştuğu, birçok kez de baş edemeyip yenildiği aydın tipi Fethi Naci ve onun zihniyetidir.

Buğra'ya göre kendisini gerici, yobaz, tutucu ve Atatürk düşmanı olarak görenlerin Atatürk'ü umursadıkları yoktu. Atatürk, onlar için, çıkar veya saplantı kavgalarında kullandıkları, kullanabileceklerini sandıkları bir silahtan başka bir şey değildi. Bugün de karşı karşıya olduğumuz bu zihniyetin yangına koşarken ellerinde taşıdıkları benzin bidonlarının üzerinde hâlâ 'Atatürk' ve 'ilericilik' patenti bulunmakta.

"Eski Yazı" başlıklı makalesi Tarık Buğra'nın Atatürk ve Kemalizm'e yaklaşımını özetler, yazının bir bölümünde şunları söylemektedir yazar: "Hem ebedi Şef demişiz, hem de 10 Kasımları ahlanıp vahlanma, ağlayıp dövünme günü yapmışız; toprağa giren, sanki, onun fânî vücûdu değil de, onda sembolleşen kurtuluş ruhu, kalkınma azmi ve gelişme irâdesi! (...) Onun adını slogan yapıp döviz yapıp sokaklara dökülenlerimiz 10 Kasım'da her şeyin bittiğine inanır gibi görünüyorlar; sanki fikir, sanki yapma gücü Türk milleti için onunla sona ermiş! Değil ondan üstün, değil ona eşit, hatta ve hatta ona yakın bir devlet ve millet değeri yetiştirebileceğimizi silip atmışız kafamızdan; sanki zaman, Türkiye için 10 Kasım 1938'de donup kalmıştır. (...) Atatürk için konuşanları dinlerken veya okurken Atatürk silinip gidiyor ve ortaya bir mit, bir efsane çıkıyor; sanki Türkiye ve Türklük ondan ibaret ve 1881-1938 ile sınırlı!''

Kenterler ve sol baskı

Askerde kesmediği bıyıkları yüzünden yediği bir sürgünde iki aylık yalnızlık sonucu yazdığı ve ilk göz ağrım dediği Akümülatörlü Radyo (1947) çeşitli düzenlemeler yapıldıktan sonra (1951) Şehir Tiyatrosu'nun edebî heyetinin önüne konulur ve oyun heyet tarafından kabul edilerek repertuara alınır fakat oyun bir türlü sahnelenmez. Kültürel iktidarın dişlileri yerli ve milli olanı ezmeye devam eder.

Beşir Ayvazoğlu'nun Büyük Ağa'sında belirttiğine göre bu olaydan 13 yıl sonra telefon çalar ve Yıldız Kenter bir dostu vasıtasıyla okuduğu Şehir Tiyatrosu'nda oynanmamış Akümülatörlü Radyo'yu alıp okuduğunu ve çok beğendiğini vurgulayarak bu oyunu sahnelemek istediklerini söyler. Üzerinde birkaç değişiklik yapılarak Kenterlere teslim edilen ve o mevsim repertuara alınıp provalarına başlanan oyun sol çevrelerden gelen şiddetli baskı yüzünden yine sahnelenemez. Tarık Buğra bu olay neticesinde yıkılmadığını ve Kent Oyuncuları'na bir teşekkür borçlu olduğunu, çünkü uyandırdıkları şevkle, hemen o aylarda Ayakta Durmak İstiyorum'u yazdığını söyler. Ayakta Durmak İstiyorum Devlet Tiyatroları tarafından ilk defa 1966'da sahnelenecek ve Türk Solu tarafından ''Devlet Tiyatrosu Irkçı ve Turancı Bir Eseri Oynuyor'' (Akşam, 17.06.1966) denilerek büyük bir saldırı kampanyasına maruz kalacaktır.

Solun resmî ideolojiyi payanda olarak kullandığı yıllarda Tarık Buğra durmadan çalışmış ve sırtını gruplara, örgütlere değil yazdığı eserlere dayamıştır. O, her zaman kültürü ve insanı, din ile beraber düşünür ve dini bütün kültürlerin belkemiği sayar. Türk edebiyatındaki noksanlığı da aydınların dine karşı takındıkları umursamaz tavrın zavallılığından kaynaklandığını vurgular. Bu ve benzeri görüşleri sebebiyle üzeri örtülmeye çalışılan Tarık Buğra, yeniden ayağa kalkan Türkiye'nin siyaset ve fikriyatının şekillendiği bu dönemde başvurulması gereken önemli bir külliyata sahiptir. Umarım ki, talep edenlerden ve arayanlardan oluruz.
BİZE ULAŞIN