Beytullah Çakır: 'Yer'i yitirdik, 'dil'i yitirdik', bu yüzden yönümüzü bulamıyoruz

Yeri yitirdik, dili yitirdik, bu yüzden yönümüzü bulamıyoruz
Giriş Tarihi: 5.10.2015 16:46 Son Güncelleme: 15.10.2015 12:30
Medeniyet kavramı üzerine uzun yıllardır çalışan Yusuf Kaplan ile 'yerlilik' ve 'yerelliği' konuştuk. Medeniyet kavramı üzerine uzun yıllardır çalışan Yusuf Kaplan ile 'yerlilik' ve 'yerelliği' konuştuk. 'Durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler' diyen Kaplan, röportaj boyunca yer, yön ve dil kavramlarına vurgu yaptı. Fütuhat-ı Medeniye isimli merakla beklenen eseri baskı aşamasına yaklaşan Kaplan, medeniyeti de din ile ilişkisi üzerinden tanımlıyor.

Yerliliğin tanımından başlayalım; yer ve yerel kavramlarını da aklımızda bulundurarak, sizin bu kavramlara bakışınız nasıl?

Yerlilik, yerellik ve evrensellik gibi kavramlar, modernliğe ait kavramlar. Bu kavramların hafızası yok aslında. Üzerinde kafa patlatılması gereken kavram 'yer' kavramı. Aslında 'yer'i yitirdik biz. Dolayısıyla 'dil'i yitirdik. Bu yüzden yönümüzü bulamıyoruz. Ben hem dil, yer ve yön kavramlarını, üzerinde çalıştığım medeniyet fikri için kullanıyorum, hem de bu üç kavramın iki şeyi çok iyi karşıladığını düşünüyorum. Birincisi İslam ve hakikat tasavvuru, ikincisi Sünnet-i Seniyye. Fütuhat-ı Medeniye adlı çalışmam yayınlanınca ortaya çıkacak olan şey, İslam düşüncesine bir katkı sağlayacaksa o da, İslam'ın hakikat tasavvuruyla Sünnet-i Seniyye'yi buluşturmam olacak. Yani İslam'ın hakikat tasavvuru denince, 'ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn' bu üç süreci anlıyoruz. Sünnet-i Seniyye'de Hazreti Peygamber'in akvali (söz), epistemolojik olarak 'ilmel yakîn', ef'ali (fiileri) fenomenolojik olan 'aynel yakîn'. Ahval, özellikle tasavvufta anlam dünyası çok geniş bir kavram. Ahval, akide kitaplarında, kelam kitaplarında ahval diye geçer, yani bu tasavvuf hali olduğu için aslında Sünnet-i Seniyye pratikte olan şey. Ben dil, yer ve yön diyorum. Yani, akval+ ef'al+ahval... Bu matematik işlemini de özellikle önemsiyorum. Biz bölmeli bir kafa yapısına sahip olduğumuz için bu matematik formülünü hatırlatmak istiyorum. Mekke+Medine=Medeniyet; söylemek istediğim şey tam da bu. Burada dikkat ederseniz meselenin özünde 'yer' var.

Hakikat Mekke'de hayat buluyor, yani bir Müslüman fikri, Müslüman kavrayışı, bakışı, açısı üretiyor, 'yer'ini belirginleştiriyor. Medine hayat oluyor. Medeniyet sürecinde de hayat sunuyor. Buradaki en kilit kavram şu: Türkçe güzel bir dil, eğer Türkçeyi Kur'an Arapçasından beslenen bir dil haline getirebilirsek, dün olduğu gibi Türkçeyi acayip bir şekilde uçururuz. Mesela bu söylediğim çerçevede, Mekke'de dil kuruluyor, Medine'de 'yer'ini buluyor, medeniyet sürecinin toplamı da o yön. Yönünüzü veriyor size. Bu Türkçe meselesinde kurduğum cümlenin içini şöyle doldurayım. Konuşlandığınız yer, konuşmanızın seyrini belirler. Dilden kastettiğim şey, aslında kişinin evi. Heidegger'in bahsettiği bir şey var, Enis Batur bir yerde çevirmiş ama berbat bir çeviri. Dilsizlik, dolayısıyla yersizlik, hem 'self'sizlik üretiyor hem de zaten oluşan 'self'sizliğin yok oluşunun bir sonucu. Yani o yüzden, 'self'i olmayan bir Türk entelijansiyası var, kendi olamayan bir Türk entelijansiyası. Kendi olamayan birinin başka birisiyle buluşabilmesi mümkün değil. Çünkü yoksun sen zaten!

Hocam, Enis Batur'u yanlış anımsamıyorsam İspanya'da bir şiir programına davet ediyorlar, orada kürsüye çıkıp şiir okuyacak, sunucu "Müslüman şair Enis Batur" diye anons ediyor. Tabii öyle bir ortamda buna itiraz etmezler. Günlüklerinde var bu, "Garip bir şekilde beni böyle tanımladılar, Batılının bu coğrafyaya bakışı böyle ve ben kendimi bundan soyutlayamıyorum" diyor. Burada enteresan bir şikâyet de var.

Tam da bu yerlilik kavramına denk geldi. Dil ile yer arasındaki ilişkiyi çok güzel ele veriyor. Başka bir dünyaya ait olduğunu söylüyorsun tırnak içinde ama istediğin kadar bir şeyler yap, sen buradasın hâlâ, oradaki seni burada görüyor zaten. Heidegger'ın sözünü Enis Batur şöyle tercüme ediyor, "Bir yere ait olmak için, orada oturmak gerekir." Ben bundan bir şey anlamıyorum. Self yoksa yani kendi yoksa, kendine özgü kendi vardır, kendi olduğunu söyleyebilir arkadaş ama bunun karşılığı yok. Yani entelektüel dünyada karşılığı yok, zihinsel coğrafyada, kültürel coğrafyada karşılığı yok. Coğrafyası yok, bir coğrafyası olacak muhakkak. Heidegger orada manyak bir laf ediyor aslında, onun hırsızlığını da görüyoruz, Molla Sadra'dan nasıl aparmalar yaptığını. Şöyle bir cümle kuruyor: "Bir yeri sükûna erdirmek için o yeri iskan etmek, o yeri mesken tutmak gerekir" diyor. Çeviri bu aslında. Buradaki mesele şu; Enis Batur'un suçu yok, yersizliğin yetiştirdiği bir yerin çocuğu o.

Cemil Meriç'in kültürden irfana dediği şey biraz da bu sanki. Kültür, Enis Baturlar eliyle yaratılıyor fakat içinde irfan yok. İrfan olmayınca da dediğiniz gibi bu yerliliği kaybediyoruz. Yönsüzleştiriyor bizi irfansızlık.

Aslında şöyle; Cemil Meriç, meseleyi tam olarak kavramış değil, sadece hissediyor. Benim görüşüm bu. Yani Meriç, "Burası neresi?" sorusunu soran ilk kişilerden birisi. Burada yöneltmemiz gereken soru, "Nesiniz?" değil, "Neresisiniz?" olmalı. Bu önemli bir soru, o zaman yerelliği, yerliliği, evrenselliği konuşmaya başlarız. Yani ilk önce yerimizi belirlememiz lazım. Şöyle cümleler kuruyoruz; "Avrupa neresi, İslam nereye düşer?" diyoruz; "İslam neresi, Avrupa nereye düşer" diyoruz. Bu sorular masum sorular değil.

Biz bunu Namık Kemal'den sonra sormaya başlıyoruz. Bizim aklımıza o kurt Tanzimat'tan sonra düşüyor. Oradan sonra İslam neresi, Batı neresi soruları geliyor...

Bizim 'yer'sizleşmeye başladığımız aralık -aralık iyi bir metafor- o dilsizlikten kaynaklanıyor. Müslüman zihni, artık işlemiyor. Türk modernleşmesi simülatif bir proje. Yani dolayısıyla platonik aşk ve nefret ilişkisi biçimleri üretiyor. Bulunduğunuz yere göre o aşk ve nefret yer değiştirebiliyor. Yani Batıcı bir yerdeyseniz, bir zihin kalıbının ürettiği mekândasınız zaten. Mesela Frenkçede var, bizim dilimizde de var, 'space', 'place' ayrımı. 'Hal' ve 'mahal' diyorum ben buna. Hal, mahal, vasat, vasıta. Space, vasat, hal. Place de mahal. Şu anda bulunduğumuz yer vasıta yani. Tanzimat'ta şöyle bir şey vardı; biz Avrupa'yla bilfiil karşılaştık, yüzleştik yani. Karşılaştık derken, karşı karşıya geldik ve yenildik, yani öyle bir psikoloji geliştirdik ve psikolojimiz bozuldu. Yersizliğin bizi getirdiği şey bu. Üç psişik bozukluğu yaşadık. Birincisi, Pasarofça ve Karlofça antlaşmalarıyla birlikte ilk defa toprak kaybettik, yer gitti, ayağımızı bastığımız yer ayağımızın altından kaymaya başladı. İkincisi, Tanzimat'la birlikte gelişen bir apoloji, savunma psikolojisi. Cumhuriyet'le birlikte de yenilgi psikolojisi. İçinde bulunduğumuz 40-50 yıldır da, yamama ve yamanma psikolojisi. Yaşadığımız üç psikolojik bozukluk bu. Bu tarz mevzuların aslında görünen kısmı, görünmeyen kısmından daha önemsizdir. Bu duygu yapıları, zihnin işleyişini, yerin şekillenişini belirleyen dip dalgalardır aslında. Bu dip dalgalar gizleniyor. Asıl suyun yüzeyindeki şeyi, karayı, karadaki şekil alışları kesinlikle bilemiyoruz biz.

O görünmeyen dediğiniz orası o zaman…

Tabii. Aslında bütün davranış biçimlerini belirliyor. Sizin aldığınız hal, o dip dalgayı rahatsız ediyor. Kişiliğinizi, davranış biçimlerinizi, ortaya koyduğunuz şeyleri etkileyen o dip dalganın aldığı haller. Biz derinlerde yaşıyoruz aslında. Derinlerin sakladığı hazinelerin üzerinde oturuyoruz. O hazineler bir şekilde hayatımızı şekillendiriyor. Tanzimat'ta olan şey şu, Avrupa'yla ilk defa burun buruna gelmişsin. Evvelinde de karşılaşmışız tabii ki. Sonuçta mabedin karşısında sadece Avrupalılar var. Avrupa ile karşılaşma derken, Avrupa'nın dengemizi bozacak bir şekilde geldiğini, gelmekte olduğunu görmemiz asıl mesele.

Bunu ilk defa Tanzimat'ta hissediyoruz yani…

Tanzimat'ın öncesi de var. Karlofça, Pasarofça hatta daha evvelinde İkinci Viyana Kuşatması… Buralara kadar da götürebiliriz aslında. Ama önemli olan şey şu, bizdeki dip dalga esasen ümmeten vasatan esprisinin ürünü. Bakara Sûresi 143'üncü ayette geçen 'vasat ümmet' kavramını biz hiç doğru anlamıyoruz. Neyi doğru anlıyoruz diyeceksin ama... 143'üncü ayette enfes bir şekilde anlatılır bu durum. Ümmileşme fikrini de buradan etkilenerek geliştirdim ben. Hz. Peygamber'in Ahzab ve Fetih sûrelerinde üç özelliğinden bahsediliyor. Bir 'şahit', iki 'mübeşşir', üç 'nezir'. Sadece şahit özelliği üzerinden ümmeten vasatan o kadar enfes bir şekilde özetleniyor ki. Bu ayet benim beynimi en çok yoran ayetlerden bir tanesi. Hûd Sûresi'nde geçen "Emrolunduğu gibi dosdoğru olunuz" ayeti inince Efendimiz "Bu ayet beni ihtiyarlattı" diyor. Düşünün herhangi biri değil, Peygamber Efendimiz diyor bunu. Bu ayet beni çok düşündürmüştür. Kur'an-ı Kerim'de insanın uykularını kaçıran bazı ayetler var böyle. Onlardan biri de bu, ümmeten vasatan ayeti. Vasat Arapçada 'merkez' demek ki bu çok önemli bir şey.

Biz vasatı orta yol diye biliyoruz daha çok…

İşte Arapça olmadan olmuyor. Üç dilden bahsediyorum ben: Kurucu diller, taşıyıcı diller, koruyucu diller. Latince-Grekçe kurucu dil. Almanca ise taşıyıcı dil konumunda. Koruyucu dile ise ne kadar uydurukça bir dil olsa da İngilizceyi katabiliriz.

Eğer gerçekten bu dünyaya bir söz söylemek istiyorsak, üç dili çok iyi halletmemiz lazım. Evvela kendi dilimiz olan Türkçeyi kavramadan bir yere varamayız. Dilini özümsemeyen, dil zevki gelişmemiş insanların bu dünyaya söyleyecekleri bir şey yoktur. Dil berbatsa zihin de berbattır. Dolayısıyla yersizdir aslında. Fikir çilesi bir varoluş çilesidir. Dil meselesine dönmeden evvel şunu söyleyeyim, bu dünyaya söylenebilecek tek bir söz var, o sözü söyleyebilecek olan biziz ama biz yokuz! O yüzden Baudrillard ahir ömründeki son röportajında, İslam'ın terörle özdeşleştirilmesinin ne kadar çirkef ve çirkin bir şey olduğunu yaşayarak iliklerine kadar hissettiği için "Ne yapıyorsunuz siz ya! İnsanlığın önündeki tek seçeneği yok ediyorsunuz" diyerek isyan etti. Burada illa da bir Batılının böyle bir cümle kurmuş olması beni ilgilendirmiyor. Baudrillard'ın söylemiş olması ilgilendiriyor. Nietzsche'nin çocuklarından biri aynı zamanda. Foucault, Derrida da ondan etkilendiler ancak Nietzsche'nin durduğu yeri göremediler. Çünkü bunlar postmodernist ve postmodernlik tam anlamıyla yersizlik/yersizleştirme hali. Mesela diller meselesini konuşuyorduk. Kendi dilini bir şekilde özümseyip onun incelik ve imkânlarını çoğaltıp, zaaflarını görmeni sağlayacak şekilde bir dil zevkine sahip olmak, dolayısıyla bir dil kurmak. Ama bugün baktığımızda bizim bir dilimiz de yok aslında.

Peki, Anadolu'da Yunus Emre'den itibaren başlayan sürece nasıl bakıyorsunuz?

Bizim bugün Yunus Emre'nin başlattığı şeyle hiçbir alakamız kalmamış durumda. Biz sadece laf olsun diye konuşuyoruz şu an. Yunus Emre'nin durduğu yerin ne/neresi olduğunu bilmiyoruz. Çünkü biz nerede olduğumuzun farkında değiliz. Kur'an-ı Kerim'i anlayıp ondan bir dünya kurabilmenin yolu Arapçadan geçer. Ayet var bu konuda; "Bu kitabı anlayasınız diye Arapça gönderdik" diye. Ortalıkta dolaşan bir sürü pespaye adam çıkıp diyor ki, Kur'an-ı Kerim'de tonlarca ayet var "Akletmez misiniz" diye. İyi de o sadece senin anladığın anlamda bir akletmek değil ki. Kur'an-ı Kerim'de en az 30 tane kök kavram var düşünmekle ilgili. Tefekkür diyor, teberrür diyor, teemmül diyor. Sen bunların hepsini "Düşünmüyor musun" diye mi çevireceksin peki? İşte böyle çevirirsen zaten düşünemezsin.

Onlar kalpleriyle aklederler diyor mesela…

Tabii ki. Ben o yüzden özellikle ilahiyatlardaki konferanslarda soruyorum, bana Gazali'yi, Curcânî'yi, İbn-i Haldun'u Arapçasından okuyabilecek olan var mı diye. Bir kişi çıkmıyor içlerinden maalesef. Gazali evvela çap demek. Onu yazdığı dilden okuyunca dilinin şiir gibi, çağlayan gibi aktığını görüyorsun. Orada 500 yıllık bir gelenek var. O yüzden mütekaddimin dönemini bitiriyor, mütehakkimin dönemini başlatıyor Gazali. Yani yeni bir dönemecin başlatıcısı oluyor. İşte çapla ilgili bir şey böyle olabilmek. Şu an bizde çap yok çünkü açı yok. Bakış açısı yok. Yersiziz, yer olmadığı için çapı bilmiyoruz. Dolayısıyla çapsızlık bizim en büyük sorunumuz ve açısızlık. Durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler. Adam İstanbul'un fethini anlatıyor. İstanbul'un fethi Ortaçağ'ın karanlıklarına son verdi, Rönesans'ın oluşmasını sağladı bilmem ne diyor. Yahu bana ne Ortaçağ'dan? Fatih'in Ortaçağ ile Rönesans'la filan ne alakası var? Yerin neresi senin? Fatih'in senin anlattığın gibi bir derdi yok ki. Çünkü senin durduğun yerde değil Fatih. Sen o kadar yersizleşmişsin ki bütün bakış açılarını Avrupa tarihi üzerinden şekillendiriyorsun. Yerin orası olduğu için oradan bakıyorsun. Sen yersizsin. Fatih'i anlattığını sanıp Avrupa tarihini anlatıyorsun. İşte böylece Avrupa tarihinin evrenselliğini, mutlaklığını filan insanların zihnine kazımış oluyorsun. Bu çok iğrenç bir şey. Fatih'in İstanbul'u fethi bizim için çok önemli. Eğer fetih gerçekleşmeseydi İslam medeniyeti tarih sahnesinden çekilebilirdi.

Sizin medeniyet fikriniz de tam olarak burada mı ortaya çıkıyor?

Benim medeniyet ile ilgili söylemek istediğim şey çok anlaşılmadı aslında. Anlaşılması da zor. Ben bir medeniyetten bahsediyorum ama bunun uygarlık ile hadariye ile sivilizasyon ile hiçbir alakası yok. Madem yeri geldi söyleyeyim. Bir defa ben din ile medeniyet arasında bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Bizim bu ilişkiyi çözmemiz lazım. Din hayatın kaynağıdır. Medeniyet ise dine hayatiyet kazandıran kaynaktır.

İslamcılık içindeki medeniyet vurgusu ile bir bağlantısı var mı sizin söylediklerinizin?

Hiç ilgisi yok. Bakın aslında beni besleyen şey Sezai Karakoç'un İslamcılık anlayışıydı. Ben Mekke ve Medine'den Karakoç'un gittiği yere gidiyorum yine. Ama bakın Mekke, Medine hiç basit bir şey değil. Din asıl, medeniyet usuldür. Fütuhat-ı Medeniye: Sünnet-i Seniyye'dir. Benim düşüncemde esas mesele, dinin hayata aktarılması meselesi. Din bizim için vazgeçilebilir bir şey midir yoksa vazgeçilemez bir şey midir sorusunu sormak zorundayız. Din bugün Müslümanlar için çok kolaylıkla vazgeçilebilir bir şeye dönüştü. O zaman din 'ed-din' olmaz zaten, başka bir şey olur. Senin icat ettiğin dine dönüşür. Bakın Hz. Peygamber kendisini 'Medinetül Ayn' şeklinde tarif ediyor. Yani dikkat edin, Efendimiz kendisini mekânla tarif ediyor.

Peki, burada mekân ve medeniyet arasındaki bağlantı nasıl gelişiyor?

Cami'ül kelim, bütün kelimelerin toplamı. Kur'an-ı Kerim'de beni yoran ayetlerden bir tanesi de şu: "Seni sadece ve sadece âlemlere rahmet olasın diye gönderdik." Burada Peygamber'in bütün yolumuzu açacak, tıkandığımız yerde bunun nedenini görmemizi sağlayacak bir 'aktör' olarak gönderildiği belirtiliyor bize. Rahmet, ne muazzam bir kavram… Ama Müslümanlar bunu düşünmüyor bugün. Peki, neden düşünmüyoruz? Hz Peygamber'in ontolojik konumuna kafa patlatmasına gerek yoktu Müslümanların geçmişte, çünkü ontolojileri bozulmamıştı. 13'üncü ve 14'üncü yüzyıllarda Haçlı ve Moğol saldırıları sonrası gerçekleşen birinci medeniyet krizimiz siyasi bir krizdi. Siyasi bir kriz olduğu için o dönem Müslümanlar Müslümanlıklarından şüphe etmiyor. İbn-i Haldun Mukaddime'de "Akdeniz o kadar Müslüman gölü haline geldi ki Avrupalılar Akdeniz'de bir tahta parçası bile yüzdüremeyecek durumdalar" diyor. Müslümanlar dillerini, dolayısıyla yerlerini yitirmemişlerdi o zamanlar. O yüzden İbn-i Haldun çıktı oradan.

İbn-i Haldun ilme umran diyor mesela ama biz bunu yorumlarken asıl çatıyı atlıyoruz. İbn-i Haldun sebep asabiyesi ve nesep asabiyesi olarak iki şekilde kuruyor çatıyı. Geliştirdiğim medeniyet fikrinde biraz da buradan besleniyorum. Medeniyet fikrinin iki sütunu var, ben bunu İslam akidesinin kendisinden aldım bizzat. Medeniyet fikri, hayatın ve zamanın Müslümanlaştırılması benim nazarımda. Zamanın ve mekânın Müslümanlaştırılması, Hz. Peygamber'de söz konusu olmuştur. Sünnet-i Seniyye dediğimiz zaman aslında fıtrata dönüşten bahsediyoruz. Dolayısıyla Sünnet-i Seniyye aslında zamanın ve mekânın özetlendiği yerdir..

Bir de şu fark var hocam. İslam, Mekke ve Medine'de doğuyor. Bir de İslam kültürü var. O daha geniş bir şey. Bağdat, Kufe...

Arap dünyasında şöyle bir şey gördüm. Arapça acayip bir şekilde sekülerleştiriliyor. Dilin ne kadar sekülerleştirildiğini, İslami içeriğinden arındırıldığını bu kültür ve medeniyet kavramlarının yaşadığı değişime bakarak görebiliriz. Zaten onlar medeniyet demiyor, 'hadariye' diyor. 100 sene önce onlar da medeniyet diyordu. Medeniyet kavramını hâlâ kullanmakta direnen insanlar var Arap dünyasında. El Hilal diye bir dergi vardı. Yeni kapandı. Asırlık bir dergi. Medeniyet medeniyet diye özellikle vurguluyorlardı. 'Hadariye' tam 'civilization'un karşıtı. Şehirleşme, kentleşme, falan filan. Yani sapla samanı karıştırıyoruz biz. Şehir başka bir şey, kent başka bir şey. İlle de bir gâvurdan örnek vermem lazım, başka türlü gitmiyor. Deleuze mesela bu konu üzerine kafa patlatmış. Adam diyor ki, Batı uygarlığında city-kent kavramıyla, İslam medeniyetinde medine-şehir kavramı birbiriyle alakasız şeyler. City kavramını ancak garnizon metaforuyla açıklayabiliriz diyor. Yani kafes. Garnizon aynı zamanda askeri bir şey, hayattan uzak bir şey, hayata değmeyen bir yer, hayata değilemeyen bir yer. Dolayısıyla, hayatın hayat bulamayacağı bir yer, hayatın kuruyacağı, çölleşeceği bir yer. Dolayısıyla o yüzden garnizondan kafese geçiyorum. Mesela modernliği kuran adamlardan birisi Max Weber, modernliği nasıl tarif ediyor? Demir kafes diye tarif ediyor. Yani kentleşme, dolayısıyla modernleşme, uygarlık falan… İki büyük kriz ürettiğini söylüyor, demir kafesin, modernliğin. Birincisi, özgürlük kaybı. Şimdi bizim özgürlükten anladığımız şeye bakın. Bugün gelinen noktada özgürlük kavramının ne kadar anlamsızlaştığını, içeriksizleştiğini, değersizleştiğini ve ruhsuzlaştığını anlayın yani. İki anlam krizinden bahsediyor. Yani garnizon, Batı uygarlığında city kavramını açıklayan bir metafor. İslam medeniyetinde medine kavramını galaksi metaforuyla açıklayabiliriz diyor. Çok nefis bir şey söylüyor. Bir de şu var. Kişinin, yaradılışın sırrını ve kendi yaratılışının sırrını kavradığı andan itibaren ayağını bastığı toprağa hak ettiği değeri verebilmesi mümkün, başka türlü mümkün değil. Topraktan geldiğini bilen bir ruhla, espriyle, yaratılışın sırrını kavrayan bir insan toprağın ne kadar mütevazı ve ne kadar doğurgan olduğunu kavrar ve dolayısıyla toprağa karşı o tevazuunu ve doğurganlığını kendisinde tecelli ettirir, tezahür ettirir ve dolayısıyla bulunduğu yerin kıymetini en fazla o bilir. Yerlilik meselesine, yer meselesine buradan bakmak lazım. O toprağın kokusunu hisseder, toprağı duyar, koklar, toprakla konuşur. Çünkü konuşlandığı yer orası. Ve toprağın rengiyle, toprağın diliyle konuşur.

YUSUF KAPLAN KİMDİR?
1964 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü Sinema-TV Ana Sanat Dalı'ndan mezun oldu. Üniversite öğrenimini bitirdikten sonra İngiltere'ye gitti. 1989 yılında MEB'den İngiltere'de master ve doktora yapmak üzere burs kazandı. 1991 yılında East Angila Üniversitesi'nde 'Story-Telling and Myth-Making Medium: Television' adlı master tezi hazırladı. 1992 yılında Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic'te Dr. Roy Armes'ın danışmanlığında doktora yaptı. İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, İslam, Kadın ve Aile, İtibar gibi dergilerle Milli Gazete ve Yeni Şafak gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röportaj ve çevirileri yayımlandı. Michel Foucault, Friedrich Nietzsche, Baudrillard, Milan Kundera, Umberto Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı. Üç yıl Umran dergisini yönetti. Halen Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmakta ve Yeni Şafak Gazetesi'nde yazmaktadır.

BİZE ULAŞIN